20.10.2017

İletişim öldü

Onu siz öldürdünüz. Hep birlikte öldürdük.

İronik olarak iletişimin teknik olarak en olanaklı olduğu zamanda oldu tüm bunlar. Bunu bir tepki olarak yazmıyorum. Hepimiz içten içe biliyoruz bunu zaten. Bir kötümserin sözcükleri değil bunlar...  Azar azar öldü o. Sözcüklerim bir tenis topu gibi filenin öbür yakasına gider gitmez anlaşılmak gayreti duyulmadan filenin hemen bu tarafına fırlatılıyor. Bir seçenek topu sahanın dışına atmak belki... Susmak...

Bakın tam üç sene önce bir video çekerek intihara giden, pek çoklarını şok eden Mehmet Pişkin’i hatırlayın.. Mimiklerini yetenekli bir aktörünkü kadar iyi kullanıyor... Sözcükleri traşlı temiz yüzü kadar düzgün... Ölüm öncesi çekilmiş bu başarılı videoda şaşırmış rolü yaptığında büyüyen göz bebeklerine ve gülümseyişine bakın... Bir Al Pacino taklidi göreceksiniz orada. Saçları taranmış, yakışıklı bir adamdan beklenen her şey var: Bir centilmenin elinde sigara ve zarif bir şarap kadehi, dinlediği eski bir jazz parçası ile sanki 70’lerde bir Paris cafe’sinden fırlayıp da gelmiş gibi... Kime süsleniyor Mehmet? Kime yapıyor bu şovu? Kimden bekliyor alkışı ya da merhameti?

Sonra Amerikan İngilizcesi ile söylenmiş o veda sözleri... Şişli’de bir Avm’de amatör kameraya yansıyan intihar eden şu psikolog kadına bakın ya da... Topuklu ayakkabısını giymiş, makyajı muntazam, sanki biraz önce makyaj odasından çıkmış; yönetmenden direktif almış çalışkan bir aktris görünüyor sahnede... Öyle soğuk kanlı yürüyor ki parmaklıklara... Aşağıya bakıyor kimse var mı diye... Ölürken başkasını yanında götürmek istemiyor belki... Ya da planın başarısızlığa uğramasından korkuyor...   

Gündelik hayatta yakışıklı ve güzel zombiler kaplıyor etrafımızı. Herkes cafcaflı laflar ediyor ve hiçbir yere varmayacağının farkında belirsiz korkak kederli bir arzu söz konusu... Az sonra bir halatı boynuna geçirecek olan Mehmet hâlâ gülmeye gayret ediyor... Neden? “I love you all” der demez, dil çıkarıp “not all” diyor yine kameraya gülümseyerek... Et parçası olan dili, lisan olarak diline muhalefet ediyor...  Sevgi sözcüklerini fısıldarken yutkunuyor... Yutkunması ile bedeni sözlerine ve görüntüsüne muhalefet ediyor...  Dili sürçüyor yine... Eski sevgililerine manyaktılar demekten geri duramıyor... Ama yine de utandırıyor bu Mehmet’i belli ki... Kötü sözler söylemek yasaklanmış düzgün bir şirket elemanı gibi... Bu suçlulukla hemen üstüne ekliyor, özür diler gibi: “Ben de manyaktım tabii...” Evet o kaltaklara manyak derken bile suçluluk duyuyor Mehmet. Bu düzende, arkadaş çevresinde, eski sevgililerinde bir kötülük bulmaya cesaret edemiyor bir türlü. (Bir halatı boynuna geçirmekten bile daha zor bu)... Bulmasına izin vermiyor zihni ona. Bu zihni şekillendiren sistem ağzını şapırdatıyor, ağzına acı biber sürmekle tehdit ediyor... Mehmet’in ağzından bir türlü kaltak sözcüğü çıkamıyor, orospu çocukları çıkamıyor; muntazamlığına bir halel gelmiyor bir türlü. Nefret edemiyor bu sistemden. Nefret edemeyen hâliyle aşık da olamıyor. Ve hatta özgür iradesiyle bu oyundan çıksa, “partilemekten” artık vazgeçse de; hakiki anlamıyla ölemiyor bile...

10.09.2017

Hormonal yanılgılar

Sisli hıçkırıkların düşman hırıltılarına salınan
gözlerinde ateş böcekleri
tehdit etti karanlığımı

Ağzından çıkan mistik ezgiler
bastırdı kulağımdaki laboratuvar gürültüsünü

Geldin de dişli bir rakip çıktı sandım ıssızlığıma

Ve elbette kaybettin sen de
mindere serildik iki ölü balık gibi ilk rauntta

18.08.2017

Küller ve hiçlik

Babasından ardakalanlar semaver şeklinde metalik bir kavanozdaydı. Denize öylesine aşıkmış ki, küllerinin suya serpilmesini vasiyet etmiş. Ancak beklenmedik bir anda bir kalp krizinden göçünce; vasiyeti hemen yerine getirmeye gönülleri varmamış. Öyle yapsalar babalarının yokluğuyla doğan boşluk sanki iyice büyüyecek – bunu yapmaya gönülleri el vermiyor. Tabii şimdilik. Belki ileride buna cüret edebilecek gücü bulabilecekler kendilerinde.

Zira ülkenin yasalarına göre külleri öyle parçalara ayıramıyorsun. Ya tamamını evinde tutacaksın; ya da tamamını devletten izin alarak dışarıda bir yerlere serpeceksin. Aksi takdirde devlet eve gelip o “semaver”i ansızın tarttığında, gramaj eksik çıkarsa; hapis cezasına kadar varabilecek belalarla karşılaşabiliyor aile...

Bunları bana o söylemedi tabii ki. Ama kafalar iyiken, bir akşam, “ölünce sence nereye gidiyoruz, yok mu oluyoruz?” gibi bir soru yöneltti, ansızın.

Bilmiyorum, dedim. Bilmediğim bir şeyle ilgili nasıl yorum yapabileceğimi de bilmiyorum gibisinden bir cevap verdim. Sanki evrenin sırlarıyla ilgili bir uzmanlığım varmış gibi cevabımı çok ciddiye aldığını farkedince, “Peki sence ne oluyor?” diyerek topu ona attım. Dünyevi formda başka bir yere gittiğimize, klasik bir cennet – cehenneme ben de inanmıyorum, diye cevapladı. “Ama şu an bizim akıl edemeyeceğimiz başka bir enerji formuna dönüştüğümüzü düşünüyorum ben. Sence de böyle olamaz mı?” Ölünce başka bir hâlde enkarne olmamız, bir formdan başka bir forma geçişimiz bence de çok makul aslında diyerek, kafamı salladım ve onu onayladım. Gülümsedi.

Böylesine duygusal, zarafet sahibi akıllı bir kadını; böylesine güzel bir ruhu "kuru" bir rasyonaliteyle üzemezdim.

2.07.2017

Bilinmeyen

O sırada ne olursa olur
Bir kozalak düşer ağaçtan
Kımıldanır sümüklüböcekler

20.06.2017

Boş pikap

Tam şu anda şimdi gelmişsin gibi
Bakıyorsun şaşkın etrafına

Bir çocuğun gözünde bile çocuksun

Boşa dönen bir plak görsen
Dayanamaz
İğnenin elinden tutar
Durdurursun


Sarıyer'de martılar (20.06.17)

11.06.2017

Ham roman

Parlak bir ilhamla kaleme alınmış
Girişi ol sebepten umut veriyor
Müphem bir yerlerde zorlama bir hırs
Sonra özen de kayboluyor bir yerlerde
Heyecan da, arzu da, bereket de
Hiçbir zaman yayımlanmayacak o meşum roman

Editörü yalancı vaatlere alışkın çirkin bir kaltak
Çarklı çekiçli bir rozet asılı yağlı memelerinde
Hırlayan azgın bir salya süzülürken ağzından
Acı çekenleri pek kibarca işaret ediyor şişman

Yazarın ise sadece utanmak düşer payına

20.05.2017

Avm'lerde canına kıyanlar

Bu çağı betimleyen dijital imzalar bırakmak için geldiler onlar. Her şey yitip gidecek oysa.

Deniz manzaralı boğaz köprülerinde değil. Alışveriş merkezlerinin yüksek katlarından zemin kata bırakırlar kendilerini. Kimseler yaşamaları için iknaya  yeltenmez bile. Zira yaşayan onca ölü arasında kamufle olmuşlardır. Fark edilmezler. Yüzlerinde makyajı, sakallarında tıraşı ihmal etmeden, en güzel kıyafetleriyle parçalanmaları sakın şaşırtmasın. Cesetlerinin güvenlik kameralarının videolarından sızacağını pekâlâ bilmektedirler. Bundandır, her şey son bulduğunda bile her şeyden vazgeçememişler, artlarında yakışıklı ve güzel cesetler armağan etmişlerdir. Saygı duymayı bilmem ama öyle somut bir sebep aranamaz aldıkları bu karara. Siz neden şu çeşit peyniri satın aldınız ki Allah aşkına? Ya da neden şu aktörün, şu büyük futbol takımının manyağı kesildiniz? Niçin işinizi kaybettiğinizde geberesiniz gelir? Ebeveyninize, devlete, üniversiteye, o sidikli amirinize el pençe divansınız, niye? Hem de özgürlük ağzınızdan bir salya gibi damlarken. Hem de... Bunun hesabını bir verin, ölülere sormadan önce.

14.05.2017

Yalan yanlış öz-hikâyeler

Farkında mısınız? Nasıl olduysa artık, her birimiz hem birbirimizin hem de kendimizin psikoloğu kesildik. Davranışlarımıza gerekçeler buluyor; egolarımızdan, beynimizin bilmem hangi Grekçe isimli bölgesinden, ebeveynimizden, ne olduğu belirsiz bir “depresyondan” bahsediyor; kederli kaderlerimize olmadık sebepler arıyor, “psikanalitik” teşhisler koyuyoruz. Savunma mekanizmalarımızı kuvvetlendirip duruyor; sevimsiz, kaskatı yapma ve süslü benlikler oluyoruz böylelikle. İnsan olmaktan çıkıp zavallı fantastik imgelere, edilgin statik biblolara dönüyoruz.

Hepiniz mi psikologsunuz Tanrı aşkına? Yapıp ettikleriniz sadece yapıp ettiklerinizden ibaret, oysa. Tüm bunlara gerekçeler aramak ve öz-hikâyeler yaratmak; devletlerin şu anki durumunu kuvvetlendirmek için resmi tarih uydurmasından ne kadar farklı? Yapıp ettiklerinize ya da korkudan yapamadıklarınıza; anne babanızı da işin içine katıp yarım yamalak öğrendiğiniz Freudçu teorilerden derme çatma, yalan yanlış mefhum ve ifadelerle doneler aramanızda bir sorun yok mu?

Korkularımızı maskelemenin en kolay yolu bir bakıma bu tabii: “Annem böyle yapmasaydı...” “Şu ülkede doğmasaydım...” “Şu mahallede zorluklar içinde büyümeseydim...” “Kocamın dayağına maruz kalmasaydım...” “İlk çocuk olmasaydım...” Vesaire, vesaire, vesaire.

Bırakın bu salaklıkları artık. Siz ne bir psikologsunuz (ki onların da bu saçmalığa devasa katkılarını inkâr edemeyiz); ne ideolojik bir tarih yazıcısısınız, ne de gerçek anlamıyla bilime gönül vermiş, hakikat sevdalısı bir düşünür... Hiçbiri değilsiniz. Gerekçeler aramaktan bir süreliğine de olsa vazgeçin. Sanki Yunan tragedyasının tanrısı, tanrıçası olmuş gibi bir hâliniz var... Siz düpedüz insansınız, canım kardeşlerim. Biz düpedüz, etten kemikten, fani ve ders almayı bilmeyen zavallı mahluklarız. Ve bunu samimiyetle duyumsayabildiğimizde, o bedene gömülmüş ruhlarımızın sonsuzluğuna aklımız bir nebze erebilecek belki. Olmakta olanla hiçbir ilgisi olmayan, o kendi yarattığımız ahlâksız hikayelerin neden-sonuç ağlarının dışına taşabileceğiz. Böylece akıl dışı ertelemelerden, fetişlerden, yapay kederlerden vazgeçebilecek, irademize sahip çıkabileceğiz. Kurgulanmış yapay benliklerimizin manasızlığını görebileceğiz hatta. Olabileceğiz belki. Kim bilir? Varolmakta olandan umut kesilmez, zira.

30.04.2017

İflah olmaz hastalığım

Çeşitliliğin sizi hiç korkuttuğu oldu mu? Doğayı bir kenara bırakalım, tiplemeler bile öyle: Dedikoducu insanlar, içinden ne geçtiğini yüz kıvrımlarından bile anlayamayacağınız ketumlukta olanlar, işinden başka bir şeyi önemsemeyenler, gündelik rutinin bir detay görüp hayatta hep bilinmez bir arayış içinde olanlar, banaller, uçarılar, utanmazlar, ikiyüzlüler, erdemliler... Hiç bitmeyecek gibi görülen bizdeki şu farklılık nasıl tek bir tözden fışkırabilir?

Bu soruyu sormaya ne zaman başladım? Muhtemelen beni hasta eden sorulardan sadece biri bu; çevremde bu denli manyak az insan tanıyorum. Sıkıcı buluyor herkes bu soruları. En yakınımdaki arkadaşlarım, entelektüel yoldaşlarımın pek çoğu bile... Belki hiç düzelmeyecek bir hastalık bu. Ama bir kez hasta olduktan sonra tedavi – paradoksal olarak –  yine o sorularla zihnin meşgale olmasıyla bir nebze de olsa mümkün. Derdin derman olması misali.

Henüz on bir yaşında bir ilkokul öğrencisiyken, benden on yaş kadar büyüğüm bir kuzenim – ağır bir işkenceden çıktıktan sonra yeniden alırlar korkusuyla akrabaları geziniyordu. Ne zaman polise dair bir şüphe belirse içinden, hemen gideceği evi değiştirirdi. Yüzüne çok yakışan bıyıkları vardı; uzun ve ince bir adamdı. Bizim evde kaldığı zamanlar geliyor gözümün önüne... Çok severdim kendisini. Birlikte bir gün o kimselerin giremediği ıssız “misafir odasında” (artık öyle bir şey kalmadı sanırım) top oynarken vazoyu kırmıştım. Annem gelince, suçu üstüne alacak, sonra tutkalla o vazoyu tamire yeltenecek kadar yüce gönüllü bir adamdı. Ya da ben eve gelirken kedi taklidi yaparak beni korkuturdu. Kedilerden korkardım. Esprili bir adamdı. Saz çalardı. Livaneli’nin “Kan Çiçekleri”ni ilk kez onun bağlamasından dinlediğimi ve o ritmik girişin beni büyülediğini hatırlıyorum.

O zamanlar ben gazetelere pek meraklıydım. Babama işten hediye gelen o meşhur ajandalara gazetelerden seçtiğim yazıları kopyalar, meşhur politik simaların (İnönü, Özal, Demirel vs.) çizimlerini yapardım. Tüm evren sanki o gazetelerdeki yazılardan ibaretti benim için. Bir de bulmaca eklerine meraklıydım. Haftasonları verilen bulmaca eklerinin özel bir yeri vardı; iple çekerdim. Devrimci kuzenim bir gün, “o gazetelerde yazan her şeye inanma; gerçekleri yazmıyor olabilirler” dedi. “Gerçekler başka nerde olabilir ki” diye sorduğumda “bilmem, belki dergilerdedir” diye cevapladı. Dergiler sözü kafamı karıştırmıştı. Hangi dergilerdi bunlar? O tabii bana yansıyandan çok farklı bir şeyi kastetmişti. Bugün benim bu cümleden bu denli etkilendiğimi dahi bilmiyor. Bahsettiğimde de, hatırlamadı bu diyalogumuzu. Ama o farkında bile olmasa da, gerçeğin gazetelerin dışında bir yerde olabileceğini söylemesi dumura uğratmıştı beni. Ya dergilerde de mevcut değilse? Neredeydi bu ele avuca sığmaz gerçek?

Bende işlenmiş hakikat mefhumunun dönüm noktası olarak bu basit diyalogu sayarım. Sonrasında bir vebalı gibi gördüğüm her olguya önce çok inandım; roman karakterleriyle, yazarlarıyla, düşünürlerle, yüce ötekilerle özdeşleştim; ama çok geçmeden reddettim onları. Gerçek onlarda da olmayabilirdi. Şüpheci, isterik ve heretik bir inançlıydım artık. İnanıp, inandığımı unutup, yeniden inanacağım akıl almaz bir döngüye girişim bu cümleyle başlamış olmalı...

Başa dönersek; çevremdeki bunca farklılığın birçok insana doğal gelirken, benim bazı zamanlar herkesin rahatlıkla bindiği o spontan bisikletten düşüşüm biraz bundandır. Çünkü aklıma ansızın o virüs girer ve cevabı imkansız soruyu ısrarla sordurur: “Sen kimsin, bunlar da kim, ne işin var burada, hakikatte kimiz biz ve varolmaktaki bu ısrar niye?” Bunlar doğal olarak pek çoğunuza saçma gelecektir, “bin şu bisiklete de yürü git diyeceksinizdir” haklı olarak. “Keyfini çıkar, işte!” Fakat bu soruların verdiği patolojik “keyfi” anlamayacaksınız büyük ihtimalle.

---
Sonradan düşülen not: Bu yazıyı yazdıktan birkaç gün sonra Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ının 16. maddesinde şöyle bir cümle ile karşılaştım: "Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik gibidir."

25.04.2017

Karşılaşmak sevinci

Buradaki bir önceki yazı-mektubu bir sene önce kaleme almışım. Gerçekten de bir şahsa yazılan bir mektuptu, ve sansürlenmiş özel birkaç cümle haricinde bu mecraya olduğu gibi yapıştırdım. Masaüstümde kazara karşılaşınca, bir sene evvelki duygu hâlimi, o yabancının duygu hâlini hatırlamak bakımından ilginç oldu benim için. Abartılı cümleler var gibi geldi kulağıma; abartılı bir hayat arzusu taşıyan, bir anlam taşımak için çabaladığı her anda tökezleyen bir adamın ruh hâliydi anlatılan. Anlam taşımayı başkası tarafından tasdiklenmek olarak gören ve bundan nedamet getirmeye çalışan zavallı tınılar taşıyordu söz konusu mektup...

Dışarıyı öylesine ötelemiş ki, kendi iç dünyasında bambaşka biri olup, çıkmış. Kendini var etmek için ötekine öfkeleniyor, bazen bir ergen gibi dikkat çekiyor... Aklı orospulaştırıp satılığa çıkarmaya kadar varıyor bu iş. Çünkü beklentiler dünyasına hapsediyorsun kendini... Çevrendeki diğer zavallılar gibi özel hissetmeye muhtaçsın ve başrollerde olduğun (bazen kahraman, bazen kurban) onlarca özel hikâye kuruyorsun... Özdeşlemeye çalıştığın o kurmaca kendini sürekli dışarıya aktarmanın sıkıcılığını anlatmaya gerek var mı? Bir sürü aptal üzerlerine bulaşan rollerin sıkıcılığının farkında bile değil, oysa...

Birkaç gün evvel, çok sevdiğim eski bir psikolog arkadaşımla yazışırken dedim ona. Bu hikâyeleri biraz fazla abartmadık mı biz? Tabii mesleğinin doğasına uygun olarak “Bütün o içsel dünyamızın sınırlarını anlamanın, sorunlara çözümler bulmanın yolu olarak o hikâyeler gerekli” manasına gelebilecek sözler etti. Kurulup kurulup sökülecek, sil baştan analiz edilecek öznel bireysel hikâyelerin sorunlarını ona bu sorduğumda iyiden iyiye sezinler oldum. Modernizmin tarihi anlatılar olarak politik dünyalardan başlayıp bireysel hayatlara kadar sızdırdığı neden – sonuç ağlarının bir parçası olmakta gerçekten rahatsız edici bir taraf vardı. Bütün çürük eylemlerimize ya da yenilgilerimize nedenler bulmak: belki ebeveynle yaşananlar, belki sevgililerle, belki okuldaki arkadaşlarla; bunlardan travmalar devşirip, korkaklığımıza meşruiyet kazandırmak... Burada ironik olan korkularımızı yahut zayıflıklarımızı ortaya çıkarıp onları yeneceğiz derken öz-hikâyeler kurmakla da kalmayıp, o eşsiz sandığımız aklımızla bunları yorumlayıp, kendimize kelimelerden inşa ettiğimiz duvarlar örmek... Bunu kendimizle yüzleşmek zannederken iyiden iyiye doğadan kopmak – bu doğa ister spontane kendiliğimiz olsun, ister tüm varlığa içkin Tanrı olsun... Nedenleri bulduğunu farz ettiğinde, “çözümü” bulduğunu sanıyorsun... Ya aslında bu dalgalı bir süreçse? Ya öyle kendi başına, tek bir genel geçer çözüm yoksa? Ama daha da kötüsü kendiliğindenliğini çözüp, iyiden iyiye doğana yabancılaşıyorsan?

Bu bağlamda doğa dediğimde aklıma ilk olarak saf hâldeki çocukluğumuz geliyor. Her şeyi bir karşılaşma olarak gördüğümüz, karşıdaki eşyayı ya da kimseyi hayretle karşıladığımız zamanlar; kendi kurduğumuz yalandan trajik hikâyelerin hiç de yerinin olmadığı zamanlar... Çünkü orada dışarısı tarafından belirlenmiş bir zavallı benin sözcülüğü eksik... Eksik olsun! Ben orada sadece karşılaşmayı, çarpışmayı, hissetmeyi, üretmeyi arzuluyor; hayaller basit amaçlara odaklanmış değil ama süreğen bir sevince denk düşüyor ... En baştan sakat kurgulanmak zorunda kalınılmış öz-hikâyelere yer yok o çocuk spontanlığında... Ama o sevinçten uzaklaştırılıyor ve ekranda imgeler ağında kurgulanmış, yaşamı karşılaşmak olarak değil de ötekine gösterilecek yalancı izler bırakmak sandığımız bir aptallığa indirgiyoruz. Bizi biz değil de, sahte beğenilerin kaynaklık ettiği hormonlar belirlemiş oluyor. 

Sahici anlamıyla direnmek, sırf bu yüzden olsun, ötekiyle karşılaşmak ve dönüşmek sevincini ulaşabildiğimiz her yere yaymak çabası, demek olmalı. 

13.04.2017

Saygınlık üstüne bir mektup

Evet doktor, söz verdiğim üzere saygınlık sözünden anladığımı sana şimdi yazabiliyorum. İlk olarak İsmet Özel’in çok sevdiğim bir şiirindeki mısra geliyor aklıma, bunu artistlik olsun diye alıntılamak zorundayım: “Saygım kalmadı buğday saplarına.”

Buğday sapı kim burada? Bir noktadan sonra saygısızlık durumunu ben her yere, herkese ve hatta tüm evrene dağıtmaya başladım galiba. İnsanlar gözümde böceklere benzemeye başladılar; tabii bu içimdeki çocuğun naif arzularından kaynaklı tüm özgüvenimin tamamen dağılmasa bile, aşınmasına sebep oldu. Böcekler dedim ama aklıma gelen ilk imge maymunlar olmuştu aslında. Ailem, sevdiklerim, dostlarım dahil olmak üzere hemen herkes kıllı tüylü maymun kılığında gözüme görünmeye başladılar. Ama onlar üzerlerine sanki yapay, sözde sevgi görünümlü bir deri giyinmişlerdi. Bunun rahatsız ediciliğini zaman zaman hep hatırlamışımdır, aklıma getirip dururum. Düşünsene çevrendeki herkes “medeni” bir maymun ama çıkarlarını (hayatta kalmak ve başkasını alt etmek gibi çıkarlar) sürdürebilmek için güzel ve kibar sözcüklere başvuruyorlar. Ama sıkıştıklarında foyaları, kirli yüzleri bir anda çirkince ortaya çıkıyor. Bunu düşünmek şimdi bile midemi bulandırır gibi oluyor.

Bunu ben yapmıyor muydum peki? Daniskasını yapıyordum hem de doktor; hatta bu ana dek kesintilerle de olsa yapageldim bile diyebilirim. Şiirler yazıyordum sevgililerime, onlara prenses muamelesi yapıyordum. Onlar da beni bir peygamber gibi görüyorlardı; ya da birçoğu ben öyleymişim gibi yapıyorlardı. (Ta ki - kahretsin ki - bir peygamber olmadığım şapadanak açığa çıkana kadar.) Çünkü o kadınların içlerindeki maymun, benim bu zaafımı şuursuzca da olsa fark etmişti. Böyle böyle ben de başka bir tür maymun olduğumu idrak etmeye başladım. Bunun, benim içimdeki peygamberimsi zavallı maymunun oldukça farkında olsam da, gerçek anlamıyla tam olarak kabullendiğim pek söylenemez doktor. Çünkü bir yerde hayatta kalmaya çalışıyoruz şu maymunlar gezegeninde. Belki ben edebi sözler barındıran bir kutsiyet üzerinden yapıyorum bunu. Ama laf aramızda, kutsallığa gerçekten inanıyorum doktor; evrendeki varlıkların içindeki kötücüllüğün, yıkıcılığın iyi olana baskın olduğunu bilsem de böyle. Mide bulandırıcı bile olsa var olmakta ısrar eden bu dünyadan vazgeçemiyorum.

Saygınlık dedik ya, ta nerelere geldik? Diyeceğim en azından ne yapmak istediğini bilen, sınırlarını bilen ama karşıdakine inanmaya açık olan, yeri geldiğinde fedakarlıktan çekinmeyen, egosundan başka bir yerde de kendine değer bulabilen, kendini sadece tüm varlığın, Ötekinin yanında, onunla ilişkide önemseyebilen, ağzına her geleni söylemekten imtina eden, duygusal ve zarif insan. İşte saygı duyacağım ideal öteki böyle biri olabilir doktor.

Bu sahte peygamberlik meselesine geri dönersem, onun beni beslemekle birlikte bir zaman sonra zarar verdiğini söyleyebilirim. Sanırım kendime saygı duymadığım yer tam da burası. Başkasının bana olan sözleri, bakışı üzerinden değil ama kendi duruşum üzerinden kıvanç duymayı becerebilmeliyim. Başka bir ifadeyle, başkalarının bana imanı üzerinden değil, kendime kuşandığım imanla, kendi imanımla kıvanmalıyım ve ayakta durabilmeliyim. Kendi kılıcımla savaşmalıyım.

Elbette ki her insan alkışı sever. Ama ben bunun benim üzerindeki etkisini azaltmaya çalışıyorum, en azından uzun zamandan beri bu uğraş içindeyim. Tam başardım mı? Hayır. Hâlâ insanların övgüleri zaman zaman da olsa beni tuzağa düşürebiliyor. Böylece hak etmediğim övgüleri kullanarak birilerinin beni tuzağa düşürme ihtimali hâlâ (azalsa da) bir miktar mevcut. Neden bana inanacak insana ihtiyacım var? Hem de onlara sunabileceğim tek sesli bir ideoloji, keskin bir yol ya da bir din bile namevcutken!

Başkalarını olduğu gibi kabul edebilmemin tek yolu şu galiba: Evrenin kötücüllüğünü kabullenebilmek. Mesela yakın zamanda medyaya yansıyan şu baldızının ufacık çocuğunun yüzüne asit atıp, onun gülen gözlerini planlı olarak kör eden adamı affetmek değil belki ama en azından kabullenmek (kabul etmek değil asla!). İçimdeki ve başkalarındaki pisliği maskelememeyi, onunla baş etmeyi öğrenmek. Ama buna tam olarak nasıl dayanacağımı bilmiyorum. Mesela bir sevdiğimin, benim bir zayıflığımı anlayacağı anda insaflıysa beni terkedeceğini; insafsızsa bir tekme daha atacağını bilmek ve buna rağmen güçlü görünmeye çalışmak. Bunu kabullenmek hiç de öyle kolay olmuyor doktor. Ama bu kabullenme olmadan da, hakiki bir ilişkiye geçmek mümkün değil gibi. Hemen herkes seni güçlü bilmek istiyor bu âlemde.

Tanıdığım en dürüst, en cömert, en kibar adamlardan biri sırf o zayıflığı barındırıyor diye bir kadınla ilişki bile kuramıyor. Tabii, arkasından bir sürü kadın ve erkek iyi konuşuyor, örneğin “Emre iyi bir insan” diyorlar; ama kimse ona en azından mahrem ilişki kuracak kadar yanaşmıyor. Çünkü şu medeni orman piyasasında artık iyilik aynı zamanda enayilikle eş tutuluyor. Ben o adam kadar iyi biri zaten asla olmadım ve olamayacağım. Olmak da istemiyorum. Ama adalet onun en güzel ilişkiyi yaşaması demek değil midir? Evrendeki adaletsizliğin muazzamlığını fark edince... Hadi geçtim Adem’i kandırıp elma ağacından yediren Havva’yı; fakat Tanrı'ya nasıl saygı duyacağım doktor? Mücadele edecek gücüm an be an tükenmekteyken...

Uzun zamandır düşünüyorum da: Tanrı’yı yani doğayı tüm zulmüyle ve adaletsizliğiyle kabullenmeyi becerirsem, sanki ötekini de kabulleneceğim. Ötekini kabullenirsem, sanki benim de hücrelerime işleyen şeytani muhtevayı (senin id diye adlandıracağın o melun gudubeti) kabulleneceğim. Onları affedersem, kendimi de affedebilirim. Çünkü hepimiz aynı tözden müteşekkiliz. Böylece saygınlık büyük bir mesele olmaktan çıkabilecek belki. Böylece doğru bildiğimi yapacak, adaletsizliğe de abdestimden emin meydan okuyabileceğim belki. Benim bulabildiğim çözüm budur. Ama yöntemden emin değilim.

Demek istediklerimi umarım az çok anlatabilmişimdir doktor.

Sevgiyle,

Togliatti

8.04.2017

Suya yazmak

Sözün değeri ne kadar da düştü? Özel yahut kamusal alanlarda egomuz okşanmıyorsa, söylenenin hiçbir kıymeti yok gibi. Halbuki bir zamanlar küçük bir kasabada çıkarılacak mürekkepli kalemle yazılmış ufak bir broşür binlerce insanı harekete geçirebilirdi... Matbaalar adeta silah depoları gibiydi. Çok değil, daha bir asır önce böyleydi işte. Şimdilerde makyajlı videolar izleniyor izlenmesine de; o enformasyon yığınının kimsenin beynini yahut bedenini harekete geçirdiği filan yok. Bir videoda muhatabınızı kolaylıkla manipüle edebilirsiniz; çünkü orada saniyede yirmi dört adet ardı sıra geçen kurgulanmış imgeye maruz bırakıldığınızda, düşünmek eylemi bloke olur. Video sizin yerinize sizin için çoktan düşünmüştür bile.

Bizans Hristiyan ikonofilleri orada burada sergiledikleri dini imgelerle tam da bunu amaçlıyorlardı: Ahmak halk İncil’i okuyamaz, okusa bile anlayamaz; öyleyse ona resimlerle anlatalım kutsal olanı.  Şimdilerde yazılanın bile bir kitap olduğundan emin değilim... Daha çok hızlı tüketime açık birtakım sayfalar topluluğu... Yazıldıkları anda kendilerini tüketip bir hiçe dönüveriyorlar... Hepimizin bildiği gibi bugünün en büyük ironisi Ortaçağların aksine metinlere kolayca “ulaşa”bilmemiz. Ne kadar talihli olmalıyız ki, bir tık uzağımızda en güzel eserler! Ama çok büyük bir çoğunluk için kafalarında canlanan karizmatik imgeler haricinde hiçbir anlam ifade etmiyorlar. Aslen değerli olana hâlâ ulaşılamıyor – ama burada ulaşılmaz sözcüğü artık fiziksel olanın ötesinde hakiki anlamını üstlenmiş... Ulaşılmazlık teknik bir olanaksızlık değil de; immateryal bir iradesizliğe, güçsüzlüğe, çaresiz bir karmaşaya denk düşmüş...

Elbette ki bir tek linke tıklayıp, birkaç on saniyede indirebiliyoruz en lezzetli klasikleri, Aristoteles’i, Platon’u, Kant’ı... Ama imgelerin pornografisi öyle kuvvetli bir ışıkla kamaştırıyor ki gözleri, kör yarasalara dönüveriyoruz. Demek ki görmemezlik için hiç de öyle karanlık zamanlara ihtiyacımız yok! Bilakis, yoğun bir aydınlık da körleştirip, duyarsızlaştırabilir bizleri.

Tekniğin gelişimi bir kadim hakikati eskitemedi: Hâlâ dar kapılardan girebilenler çok azlar, ıssızlar ve onlar hâlâ suya yazıyorlar.

27.03.2017

eklips

gerçeklik öylesine zifiri parlak
üstüne ne yazsam görünmüyor!
hayalin kamaştırır gecemi
tanımazsam seni ömrüm eksilir

3.03.2017

Köpük

Hatırladın mı çocuk heyecanıyla üfürdüklerini?
Sinsi mutlak primordial bir yazgının kurbanı mı oldular?
Sabun köpükleri sessiz ve pırıltısız, bir bir patladılar...

1.03.2017

Artık


Benim ekşi yatak çarşaflarına bulaşmış rüyalarım sözcüklere yeltense, beyhude avuçlanan kar taneleri gibi eriyip giderler. Deftere dökülse soluk belirsiz acemi ve ayıp fotoğraflara benzerler. Olağan varlıktan tiksinip de buharlaşarak özgürleşen pek çok hayalet gibi... Arka’mda olduğunu sandığım onlarca daş’ım, aramızdaki yar’da bir Tanrı var şizosuna kapıldığım onlarca yâr-ımtrak, hayvani bir kazancın ve dölün peşine düşmüş materyalist sınıflar üzerinde tüten ütopik esriklikler ve birlikte söylendiği hâlde utanmazca unutulan müstehcen türküler gibi. Geriye kalakalan ben hangi ben’e benzer?  

21.01.2017

Tırnak cezası

Tüm kelimelerim birer birer tırnak içine alındı...

Aşil'in trajedisi

Rasyonalistlerin en büyük yanılgılarından biri de, insanoğlunun önündeki sorunları bir makine gibi çözümlemeye çalıştığı zannında olmaları. Diyelim açlık sorunu gibi, barınma ve ısınma sorunu gibi hayatta kalmasını engelleyen tüm sorunları bir yere toplayın. Onlar bu sorunları bir “puzzle” gibi çözmeye çabaladığını, sağduyuya uygun olanın bu olduğunu öne sürerler. (Adeta felsefe dünyasının otistik çocuklarıdır rasyonalistler. Mantık kurallarını insan davranış dinamiğine uydurmaya çalışırlar. Evdeki hesap çarşıya uymayınca da şikayetlenen ağlayıp zırlayan çocuklara dönerler.)

Sonra kendinize bir aptal gibi sorarsınız: Ama neden bunca savaş? Neden lanet olası ihanet? Neden hiç bitmeyen öz-yıkım? Neden?

Şöyle ki: Bu engeller gereğinden fazla temizlense, ayağımızın altı bir anda kaymaya başlar, düşeriz. Önündeki bir hedefe en hızlı şekilde ulaşmak için çabalayan bir canlı ya da özne düşünün. Bu denkleme göre ilk bakışta sürtünme kuvvetini ne kadar azaltırsa, o denli başarılı bir performans sergileyecektir diye sanılacaktır (zira hedefe o kadar yakın olacaktır). Ancak ironik olarak sürtünme kuvvetini azalttığında kayganlık da artar ve pat diye kalça üstü yere düşer. İşte engellerle olan ilişkimiz de aşağı yukarı böyle. Engeli kaldırınca kendimizi boşlukta hissediyoruz. Dünya ayaklarımızın altından kayıp gidiyor. Tam bu zamanlarda “gerçek (?)” sorunlarla çevrelenmek ve bir “işe” yaramak istiyoruz.

Düşlerimizde pürüzsüz peri masalı gibi bir hayat vardı halbuki. Tıpkı ütopik komünizm gibi. Bir gelse her şey çok güzel olacak ama yine de hiç gelmese daha iyi. Hayalde kalsın, please. Gerçekte başımıza gelse, ondan hızla kaçacağımızı biliriz, sezgisel olarak. Bu nedenle Fransız devrimi ancak başka bir coğrafyada Almanlar için bir ilhamdı; Rus devrimi batı Avrupalı solcular için şahaneydi. “Çok güzel” olan uzakta kaldığı sürece her şey çok güzeldi.

“Gerçek” sorunlarla boğuşmak istiyoruz ama çözmek istemiyoruz biz; zira böylesi bir boşluk hayal kırıklığına dönüşüp üzerimize bir kabus gibi çökmesin de, ne olursa olsun... Bu nedenle modern insan ağzına aşkı sakız eder ama gördüğünde ilk kaçacak olan da o’dur. Türkülerde, şarkılarda, filmlerde, romanlarda ne kadar güzel ama başımıza gelmez olsun!

Farkında mısınız? Pek çok sağduyulu hikmet sahibinden (ebeveyn, uzman psikolog, doktor, papa, amca, peygamber bozuntusu vs.) hep aynı öğütü duyuyoruz: “Hayatta bir amacın olsun evladım!” Aslında bu çokbilmişlerin peşi sıra şunu da eklemeleri gerekirdi: “Ama sakın o amaca ulaşayım deme!” İsa’nın yaptığını sev ama İsa’nın yaptığını sakın yapma.

İnsan yaşamının merkezinde duran “abzürd” tam anlamıyla bu noktada pis pis sırıtıyor işte. Hem bir amacın var, hem de o amaca ulaşmak aslında kabusların en büyüğü. Bir engel, bir leke, bir bozukluk, bir zehir gerek ama çok fazla da değil. Bu nedenle insanlar pisliği tercih ederler. Çünkü mikropsuz bir ortamda çok fazla duramayacaklarını bilirler.

Yine bu nedenle aslında bilincimiz amaca ulaşmaya çalıştığını sanıyor, ama bir yandan da bilinçdışında kendimize olur olmaz çelmeler takıyoruz. Düşüp düşüp yine aynı yere yönlendiriyoruz kendimizi (Bkz: Freud, yineleme zorlantısı). Ta ki bir sonraki çelmeye kadar. Böylesine saçma bir trajedimiz var. Memnuniyet amaca ulaşmak olamaz. Memnuniyet asla ulaşılamayacak bir amacı olmaklıktır sadece. Ama bunu fark ettiğinde, bu saçma illüzyonu fark ettiğinde, amacı nasıl belirleyeceksin? Bilinçdışın bilincine gümlediğinde ne yapacaksın? Orada kasılacaksın, olduğun yerde donacaksın. Büyük felaket, dedikleri bu. Hadi kandır kendini kandırabilirsen. Zor.

Bu trajik yazgı, bizi şu anki yapay zeka algoritmalarından da basbayağı ayırıyor. Çünkü en genel anlamıyla bilgisayarlar amacı gerçekleştirmek üzere programlanırlar. Biz ise amacı geciktiriyoruz. Zenon paradoksundaki kaplumbağayı asla yakalayamayacak Aşil gibi... Hem de kasıtlı olarak ama kasıtsızmış gibi yaparak. Acı çekmek bu nedenle aptalca bir eylem, ama aynı zamanda insanca bir eylem, çünkü hayatta tutuyor bizi. Azar azar öldürerek de olsa, öyle.