Buradaki bir
önceki yazı-mektubu bir sene önce kaleme almışım. Gerçekten de bir şahsa
yazılan bir mektuptu, ve sansürlenmiş özel birkaç cümle haricinde bu mecraya olduğu
gibi yapıştırdım. Masaüstümde kazara karşılaşınca, bir sene evvelki duygu hâlimi,
o yabancının duygu hâlini hatırlamak bakımından ilginç oldu benim için.
Abartılı cümleler var gibi geldi kulağıma; abartılı bir hayat arzusu taşıyan,
bir anlam taşımak için çabaladığı her anda tökezleyen bir adamın ruh hâliydi
anlatılan. Anlam taşımayı başkası tarafından tasdiklenmek olarak gören ve
bundan nedamet getirmeye çalışan zavallı tınılar taşıyordu söz konusu mektup...
Dışarıyı öylesine
ötelemiş ki, kendi iç dünyasında bambaşka biri olup, çıkmış. Kendini var etmek
için ötekine öfkeleniyor, bazen bir ergen gibi dikkat çekiyor... Aklı orospulaştırıp
satılığa çıkarmaya kadar varıyor bu iş. Çünkü beklentiler dünyasına
hapsediyorsun kendini... Çevrendeki diğer zavallılar gibi özel hissetmeye
muhtaçsın ve başrollerde olduğun (bazen kahraman, bazen kurban) onlarca özel hikâye kuruyorsun... Özdeşlemeye
çalıştığın o kurmaca kendini sürekli dışarıya aktarmanın sıkıcılığını anlatmaya
gerek var mı? Bir sürü aptal üzerlerine bulaşan rollerin sıkıcılığının farkında
bile değil, oysa...
Birkaç gün evvel,
çok sevdiğim eski bir psikolog arkadaşımla yazışırken dedim ona. Bu hikâyeleri biraz
fazla abartmadık mı biz? Tabii mesleğinin doğasına uygun olarak “Bütün o içsel
dünyamızın sınırlarını anlamanın, sorunlara çözümler bulmanın yolu olarak o
hikâyeler gerekli” manasına gelebilecek sözler etti. Kurulup kurulup sökülecek, sil baştan analiz edilecek öznel bireysel hikâyelerin sorunlarını ona bu sorduğumda iyiden iyiye sezinler oldum. Modernizmin tarihi anlatılar olarak politik dünyalardan
başlayıp bireysel hayatlara kadar sızdırdığı neden – sonuç ağlarının bir parçası
olmakta gerçekten rahatsız edici bir taraf vardı. Bütün çürük eylemlerimize ya
da yenilgilerimize nedenler bulmak: belki ebeveynle yaşananlar, belki
sevgililerle, belki okuldaki arkadaşlarla; bunlardan travmalar devşirip,
korkaklığımıza meşruiyet kazandırmak... Burada ironik olan korkularımızı yahut
zayıflıklarımızı ortaya çıkarıp onları yeneceğiz derken öz-hikâyeler kurmakla
da kalmayıp, o eşsiz sandığımız aklımızla bunları yorumlayıp, kendimize kelimelerden
inşa ettiğimiz duvarlar örmek... Bunu kendimizle yüzleşmek zannederken iyiden
iyiye doğadan kopmak – bu doğa ister spontane kendiliğimiz olsun, ister tüm
varlığa içkin Tanrı olsun... Nedenleri bulduğunu farz ettiğinde, “çözümü”
bulduğunu sanıyorsun... Ya aslında bu dalgalı bir süreçse? Ya öyle kendi
başına, tek bir genel geçer çözüm yoksa? Ama daha da kötüsü kendiliğindenliğini
çözüp, iyiden iyiye doğana yabancılaşıyorsan?
Bu bağlamda doğa
dediğimde aklıma ilk olarak saf hâldeki çocukluğumuz geliyor. Her şeyi bir karşılaşma olarak
gördüğümüz, karşıdaki eşyayı ya da kimseyi hayretle karşıladığımız zamanlar;
kendi kurduğumuz yalandan trajik hikâyelerin hiç de yerinin olmadığı
zamanlar... Çünkü orada dışarısı tarafından belirlenmiş bir zavallı benin
sözcülüğü eksik... Eksik olsun! Ben orada sadece karşılaşmayı, çarpışmayı,
hissetmeyi, üretmeyi arzuluyor; hayaller basit amaçlara odaklanmış değil ama
süreğen bir sevince denk düşüyor ... En baştan sakat kurgulanmak zorunda
kalınılmış öz-hikâyelere yer yok o çocuk spontanlığında... Ama o sevinçten
uzaklaştırılıyor ve ekranda imgeler ağında kurgulanmış, yaşamı karşılaşmak
olarak değil de ötekine gösterilecek yalancı izler bırakmak sandığımız bir
aptallığa indirgiyoruz. Bizi biz değil de, sahte beğenilerin kaynaklık ettiği hormonlar belirlemiş oluyor.
Sahici anlamıyla direnmek, sırf bu
yüzden olsun, ötekiyle karşılaşmak ve dönüşmek sevincini ulaşabildiğimiz her
yere yaymak çabası, demek olmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder