Evet doktor,
söz verdiğim üzere saygınlık sözünden anladığımı sana şimdi yazabiliyorum. İlk olarak İsmet Özel’in çok sevdiğim bir şiirindeki
mısra geliyor aklıma, bunu artistlik olsun diye alıntılamak zorundayım: “Saygım
kalmadı buğday saplarına.”
Buğday sapı kim
burada? Bir noktadan sonra saygısızlık durumunu ben her yere, herkese ve hatta
tüm evrene dağıtmaya başladım galiba. İnsanlar gözümde böceklere benzemeye
başladılar; tabii bu içimdeki çocuğun naif arzularından kaynaklı tüm
özgüvenimin tamamen dağılmasa bile, aşınmasına sebep oldu. Böcekler dedim ama
aklıma gelen ilk imge maymunlar olmuştu aslında. Ailem, sevdiklerim, dostlarım
dahil olmak üzere hemen herkes kıllı tüylü maymun kılığında gözüme görünmeye
başladılar. Ama onlar üzerlerine sanki yapay, sözde sevgi görünümlü bir deri
giyinmişlerdi. Bunun rahatsız ediciliğini zaman zaman hep hatırlamışımdır,
aklıma getirip dururum. Düşünsene çevrendeki herkes “medeni” bir maymun ama
çıkarlarını (hayatta kalmak ve başkasını alt etmek gibi çıkarlar) sürdürebilmek
için güzel ve kibar sözcüklere başvuruyorlar. Ama sıkıştıklarında foyaları,
kirli yüzleri bir anda çirkince ortaya çıkıyor. Bunu düşünmek şimdi bile midemi
bulandırır gibi oluyor.
Bunu ben yapmıyor
muydum peki? Daniskasını yapıyordum hem de doktor; hatta bu ana dek
kesintilerle de olsa yapageldim bile diyebilirim. Şiirler yazıyordum
sevgililerime, onlara prenses muamelesi yapıyordum. Onlar da beni bir peygamber
gibi görüyorlardı; ya da birçoğu ben öyleymişim gibi yapıyorlardı. (Ta ki - kahretsin ki - bir
peygamber olmadığım şapadanak açığa çıkana kadar.) Çünkü o kadınların içlerindeki maymun,
benim bu zaafımı şuursuzca da olsa fark etmişti. Böyle böyle ben de başka bir
tür maymun olduğumu idrak etmeye başladım. Bunun, benim içimdeki peygamberimsi
zavallı maymunun oldukça farkında olsam da, gerçek anlamıyla tam olarak kabullendiğim
pek söylenemez doktor. Çünkü bir yerde hayatta kalmaya çalışıyoruz şu maymunlar
gezegeninde. Belki ben edebi sözler barındıran bir kutsiyet üzerinden yapıyorum
bunu. Ama laf aramızda, kutsallığa gerçekten inanıyorum doktor; evrendeki
varlıkların içindeki kötücüllüğün, yıkıcılığın iyi olana baskın olduğunu bilsem de
böyle. Mide bulandırıcı bile olsa var olmakta ısrar eden bu dünyadan
vazgeçemiyorum.
Saygınlık dedik ya, ta nerelere geldik? Diyeceğim en azından ne yapmak istediğini bilen, sınırlarını bilen
ama karşıdakine inanmaya açık olan, yeri geldiğinde fedakarlıktan çekinmeyen,
egosundan başka bir yerde de kendine değer bulabilen, kendini sadece tüm
varlığın, Ötekinin yanında, onunla ilişkide önemseyebilen, ağzına her geleni
söylemekten imtina eden, duygusal ve zarif insan. İşte saygı duyacağım ideal öteki böyle biri olabilir doktor.
Bu sahte peygamberlik
meselesine geri dönersem, onun beni beslemekle birlikte bir zaman sonra zarar
verdiğini söyleyebilirim. Sanırım kendime saygı duymadığım yer tam da burası.
Başkasının bana olan sözleri, bakışı üzerinden değil ama kendi duruşum üzerinden
kıvanç duymayı becerebilmeliyim. Başka bir ifadeyle, başkalarının bana imanı
üzerinden değil, kendime kuşandığım imanla, kendi imanımla kıvanmalıyım ve
ayakta durabilmeliyim. Kendi kılıcımla savaşmalıyım.
Elbette ki her insan
alkışı sever. Ama ben bunun benim üzerindeki etkisini azaltmaya çalışıyorum, en
azından uzun zamandan beri bu uğraş içindeyim. Tam başardım mı? Hayır. Hâlâ insanların
övgüleri zaman zaman da olsa beni tuzağa düşürebiliyor. Böylece hak etmediğim
övgüleri kullanarak birilerinin beni tuzağa düşürme ihtimali hâlâ (azalsa da)
bir miktar mevcut. Neden bana inanacak insana ihtiyacım var? Hem de onlara
sunabileceğim tek sesli bir ideoloji, keskin bir yol ya da bir din bile
namevcutken!
Başkalarını
olduğu gibi kabul edebilmemin tek yolu şu galiba: Evrenin kötücüllüğünü
kabullenebilmek. Mesela yakın zamanda medyaya yansıyan şu baldızının ufacık çocuğunun
yüzüne asit atıp, onun gülen gözlerini planlı olarak kör eden adamı affetmek
değil belki ama en azından kabullenmek (kabul etmek değil asla!). İçimdeki ve başkalarındaki pisliği maskelememeyi, onunla baş etmeyi öğrenmek. Ama buna tam olarak nasıl dayanacağımı bilmiyorum. Mesela bir sevdiğimin,
benim bir zayıflığımı anlayacağı anda insaflıysa beni terkedeceğini; insafsızsa
bir tekme daha atacağını bilmek ve buna rağmen güçlü görünmeye çalışmak. Bunu
kabullenmek hiç de öyle kolay olmuyor doktor. Ama bu kabullenme olmadan da, hakiki bir
ilişkiye geçmek mümkün değil gibi. Hemen herkes seni güçlü bilmek istiyor bu âlemde.
Tanıdığım en
dürüst, en cömert, en kibar adamlardan biri sırf o zayıflığı barındırıyor diye
bir kadınla ilişki bile kuramıyor. Tabii, arkasından bir sürü kadın ve erkek
iyi konuşuyor, örneğin “Emre iyi bir insan” diyorlar; ama kimse ona en azından
mahrem ilişki kuracak kadar yanaşmıyor. Çünkü şu medeni orman piyasasında artık
iyilik aynı zamanda enayilikle eş tutuluyor. Ben o adam kadar iyi biri zaten
asla olmadım ve olamayacağım. Olmak da istemiyorum. Ama adalet onun en güzel
ilişkiyi yaşaması demek değil midir? Evrendeki adaletsizliğin muazzamlığını
fark edince... Hadi geçtim Adem’i kandırıp elma ağacından yediren Havva’yı; fakat
Tanrı'ya nasıl saygı duyacağım doktor? Mücadele edecek gücüm an be an
tükenmekteyken...
Uzun zamandır
düşünüyorum da: Tanrı’yı yani doğayı tüm zulmüyle ve adaletsizliğiyle
kabullenmeyi becerirsem, sanki ötekini de kabulleneceğim. Ötekini
kabullenirsem, sanki benim de hücrelerime işleyen şeytani muhtevayı (senin id
diye adlandıracağın o melun gudubeti) kabulleneceğim. Onları affedersem, kendimi de
affedebilirim. Çünkü hepimiz aynı tözden müteşekkiliz. Böylece saygınlık büyük bir
mesele olmaktan çıkabilecek belki. Böylece doğru bildiğimi yapacak,
adaletsizliğe de abdestimden emin meydan okuyabileceğim belki. Benim
bulabildiğim çözüm budur. Ama yöntemden emin değilim.
Demek
istediklerimi umarım az çok anlatabilmişimdir doktor.
Sevgiyle,
Togliatti
Togliatti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder