7.11.2013

kraliçe'nin aşığı


Kraliçe aşığıyla birlikte olabilmek için kaçabileceği tek deliğe girecek ve onu orada anlaştıkları saatte bekleyecekti. Daha dün sözleşmişlerdi, içeri girecekler ve soysuz sapsız ama genç ve çekici aşığının bir dostu dışarıdan kilitleyeceklerdi onları. Ama işler düşündüğü gibi gitmedi.

İçeri girdiğinde gördüğü kişinin yirmi yaşlarının üzerinde genç bir kadın olduğunu gördü. Dalgalı saçları, çizgili bluzu, parmaklarında koca yüzükleriyle, eli çenesinde, düşünceli ama alımlı bir kadınla karşılaştığında ve kilidin kapanış sesini duyduğunda kraliçe ürperdi. Neler oluyordu böyle. Bunca riski alıp da ömründe görmediği bir kız evladıyla karşılaşmak elbette sinir bozucu idi. Kadın kendini tanıttı, “Merhaba efendim. Sizi ben yarattım. İkiniz burada buluşacak ve hasret giderecektiniz. Kral sizi basacak ve aşığınız olan o soysuz oğlanı zindana attıracaktı. Kral sizi aşağılayacak, ama halkın bu işi bilmesi işine gelmeyeceğinden durumu sineye çekecekti. Siz eski hayatınıza, iki metrekarelik karanlık kilerinize, iç dünyanıza sıkışıp kalacak, şaşalı fakat vasat hayatınızda aptal bir kraliçeyi oynamaya devam edecektiniz”

Kraliçe sinirlendi bu duruma: “Ne hakkınız var? Ben riski bilerek almıştım, sevgilimle bu karanlık odada alacağım tadlar, ilerde başıma gelebilecek tatsızlıklara, herşeylere değerdi belki. Ama artık buraya gelerek beni engellemenizle, tek kaçış yolumu da tıkamış oldunuz. Yazıklar olsun size.” Yazar da kraliçeyle eş zamanlı bir telaşa kapıldı, kendi yarattığı karakterleri daha büyük bir çıkışsızlığa sokmuştu, sakinleşmek için bir çay molası verdikten sonra, kraliçeye dönüp, “Özür dilerim efendim ama başka çarem yoktu. Artık klasik dönemlerde yaşamıyoruz. İnsanlar sonları belirgin trajedilerden çok sıkılmışlar. Eğlenmek istiyorlar, bu yüzden aranıza girmek zorunda kaldım. Hadi gelin size, daha eğlenceli bir çözüm yolu bulalım. Kralı öldürme planları yapmakla başlayalım işe. Ne dersiniz?”

Kraliçe biraz rahatlar gibi oldu: “Öyle olsun o zaman, başkaca da bir çarem var mı zaten?” 

27.09.2013


İşte boşluk. Nefesini kesen. Çünkü bu kokuşmuşlukta temiz hava almaya görsün, anında kesiliyor nefesin. Alışık değilsin. Aygıtların kontrolünde ve onların ağzıyla konuşuyorsun. Bu sokaktan başını dışarıya uzattığında seni sarhoş ediyor kokusu. Sesini, fikrini, zikrini bilmediğin ama sürekli hakkında düşündüğün, saplanıp kaldığın boşluk çağırıyor.

Varlığının farkına vardığında miden kalkıyor, ağzında kekremsi bir tat bırakıyor, kalbin anlamsızca atıyor, aptala dönüyorsun. Anksiyetenin dibini buluyorsun. Sesin çıkmıyor. Yumruğun havada asılı kalıyor. Kafan analitik hiçbir şeye basmıyor. Hesap yetin köreliyor. Donup kalıyorsun. Tüm bunları sana o kutsal boşluk hatırlatıyor. Elini dokunup, tadını almaya yeltenmekten korkuyorsun. Ne yapacağını bilmiyorsun. Nasıl sesleneceğini. Kime sesleneceğini. Kimliğin tam orda kayboluyor, ölümsüzlüğünü hatırlatıyor, yine miden kalkıyor.

Gündelik kaygıların ötesinde etrafını çevrelemiş bu kutsiyete anlam ve şekil veremiyorsun. Ele gelmiyor, söze değmiyor. İzlediğin filmler, okuduğun kitaplar teselli etmeye yetmiyor, aczini hafifletmiyor. Kimliğin çikolata gibi eriyor gidiyor. Dehşet bir mahalin ortasında olduğunu anlıyorsun. Tabiatta sürekli eşyayı ve canı varetmekte olan enerjiyi duyumsuyorsun, bu cinayet mahalinde ne yapacağını bilemiyorsun. Bilgi orada hiçbir işe yaramıyor. Duramazsın, hareket de edemezsin. Sadece düşmeyi kabulleneceksin ve düşeceksin.  

11.07.2013

Tavan arasına saklanmış akademisyen portresi


Levent Konca’nın “Üniversite, Kapitalizm ve Sol” başlıklı yazısı [1] kanımca korunması gereken bir mekan’dan, kendisi ile mücadele edilmesi gerekli bir alana doğru bir algınının gerekliliğinin yerinde olarak altını çizdi. Böylesi bir algının verilen mücadelenin aktörleri açısından önemini vurgulamak için Foucault’nun şu cümleleri yeterli olmalı: “Şu an önümüzde duran günümüz toplumuza yönelik en önemli politik görev, kurumların işlevlerini, bilhassa nötr ve bağımsız gibi görünen kurumların işlevlerini eleştirmek ve onlara saldırmaktır.  Siyasal şiddet tam da onlar aracılığıyla muğlaklaştırılmış biçimde taşındığından, bu perdelerini indirmek niyetiyle saldırmaktır.” [2]

Bu yazı benzer bir amaca yönelik olarak üniversitenin akademik temelde çalışan tepedeki birimleri yani “öğretim üyeleri”ni hedefine alıyor. Anti-akademi söylemlerinin bir kısmında dillendirilen “elitizm” yaftasının aslında doğru bir etiketlendirme olmadığını, yapılan bu türden suçlamaların tam tersine akademisyen özelinde sorunun onda entelektüel elitizmi taşıyabilecek soyluluğun yoksunluğu olabileceği teziyle yola çıkıyoruz.

Geçim kaynağı ve entelektüel saygınlık

Akademisyen kimliğini entelektüel’le aynı kefede görmenin sorunlarını sıralamazdan önce, yazıda geçen “entelektüel” tanımının dışarıdaki hakikat’le mümkün olduğu kadar dolayımsız ilişkide bulunabilen ve bu doğrultuda çıkarım yapabilen kişiler olarak varsayıyoruz. Entelektüel’e, Benda gibi düşünürler tarafından atfedilen siyasi ihtiraslardan uzak münzevi ahlaki sorumluluklar ya da Said, Şeriati, Chomsky ve Sartre gibi düşünürler tarafından birincisinin tersine yüklenilen toplumsal siyasal sorumluluklar gibi endişelerden uzak bir tanımı bu yazıda ileri sürüyoruz. Biz akademisyenin konumunu belirlerken, varsayımımızı basitçe entelektüelin “dışarıdaki hakikat’le mümkün olduğu kadar dolayımsız ilişkide bulunabilen ve bu temelde çıkarımda bulunabilen kişiler” olarak koymakla yetiniyoruz. Bu tarz bir düşünsel üretim sonrası, bu üretimin kamuoyuna nasıl bir siyasi tutumla aktarıldığı kanımızca ikincil bir ahlaki sorundur. Nesnelere “ne”lik sorusuyla yaklaşma becerisi gösterebilen entelektüel zaten o ikincil ahlaki sorumlulukla yüzleşme durumuna zorunlu olarak geçecektir. Bu noktada nasıl ahlaki seçimler yapabilir tartışmasını bir kenara itip, akademisyenin bulunduğu mevcut üretim ilişkileri ağının içindeki konumunu esas almak istiyoruz.

Akademisyenin, dıştaki bilgiye erişim olanakları bakımından mesleki durumundan kaynaklı bir ayrıcalık sahibi olduğu gerçeği ile birlikte o bilgi’ye hakikat ekseninden yaklaşımında doğasından kaynaklı büyük handikapları da var. Meta olarak bilginin üretim aracı ve üretim çıktısı olarak kazandığı hegemonik konumla birlikte günümüz geç kapitalist toplumlarında bu handikaplar büyüdüyse de, söz gelimi iki yüzyıl önce dahi akademisyenin ideolojik konumundaki ontolojik çarpıklık halihazırda mevcuttu. Schopenhauer’un felsefecileri konu ettiği bir metindeki şu sözleri tüm akademisyenler için geçerli kabul edebiliriz: “Etkinlik alanları daraltılmış olan üniversite profesörleri hallerinden gayet memnundurlar, çünkü onların asıl peşinde oldukları şey kendileri, karıları ve çocukları için güvenli, mütevazı bir geçim kaynağı elde etmek ve ayrıca halk nazarında belli bir saygınlığın tadını çıkarmaktır.” [3]  Bu cümlede akademisyenin hem kendi geçimini sağlayan bir işçi olduğu; hem de kamuoyuna “saygın” bir görüntü sunabildiği gerçeğinin altını çizmek gerekir. Kendi geçimini sağlaması, günün bilgisel meta üretimi koşullarından bağımsız olmadığını, o koşullara sıkı sıkıya bağlı olduğunu işaret eder. Akademisyenin önüne konulmuş başka bir zevkli görev de toplum önünde entelektüel saygınlığı taşımak durumudur. Fakat tikel bilginin dolaşıma sokulup, özel mülkiyete çevrilmesinde rol oynamak durumunda olan bir mesleğin, bu saygınlığı en azından eğer hakikatle kurulan ilişki varsayımında değerlendirirsek sürdürebilmesi bir çelişkidir. Bu çelişkiyi dışavurmaksızın titrine yaslanarak entelektüel poz veren akademisyeni, pek tabii olarak Oscar Wilde’in ünlü roman karakteri Dorian Gray’e benzetebiliriz. Narsistik yakışıklı Dorian Gray, güzelliğini ve gençliğini kaybetmekten ölesiye korktuğundan yapılmış yağlıboya portresi önünde "eğer bu tablo benim yerime yaşlansaydı, ve ben hep aynı kalsaydım, ruhumu satmaktan çekinmezdim" der. Romanda olağanüstü bir şekilde Dorian'ın dileği kabul görür, ve karakterin sonrasındaki olay dizgisinde şahit olduğumuz tüm şeytani eylemleri ve yaşlanma belirtileri portrede dışa vururken, onun fiziksel vücudu diri, kendisi hep genç kalır. Dorian foyasının açığa çıkmasını engellemek için "yaşlanan ve çirkinleşen" tablosunu tavan arasına saklar.

Günün akademisyenini Dorian Gray karakterinde ete kemiğe bürünmüş olarak bulabiliriz. Ruhlarını sermayeye ve onun güdülerine teslim etmiş, bu yolda güvenle adımlarını atarken; yüzlerinde ve ifadelerinde namuslu aydın - bilim insanı havalarını eksik etmemektedirler. Schopenhauer’un sözlerini akılda tutarak, birinci kısım “geçimlerini sağlarken yapılması zorunlu eylemler” iken, ikincisi tam da “saygın konum”u korumaya denk düşmektedir. Bizce artık Dr. Gray’in tavan arasında sakladığı resmini gün yüzüne çıkarabilmekte çekinilmemelidir.

Son zamanlarda sıklıkla medyada ön planda şahit olduğumuz, orantısız şiddetlerin hedefleri haline gelmiş ODTÜ gibi üniversitelerin üretimdeki işlevini örneğin aynı üniversitenin rektörünün, bir açılışta öğretim üyelerine sarfettiği şu sözlerden rahatlıkla okumamız mümkündür:  “Üniversitemiz giderek artan bir rekabet ortamı içinde, uluslararası başarılarını sürdürmek ve toplumumuzun artan beklentilerinin üzerine çıkmak için sürekli olarak ‘daha iyi’yi yapmak zorundadır.” [4] Bu cümleden üniversite sözcüğünü çıkarıp “şirket”i koyduğumuzda, anlamın hiç de yadırgatıcı olmadığı açıktır. O zaman şirketin sürdürülmesi görevini en önde üstlenen akademisyenlerin konumuna dikkat kesilelim.

Proje çalışanı ve doktoralılar ordusu

“Proje anlatıcıları”, Sombart [5] tarafından burjuva zihniyet karakterize edilirken “zihinsel yönteme başvurarak zenginleşme” başlığı altında anılır. Günümüzde iyiden iyiye “yayınla ya da yok ol”dan daha da öteye “proje al ya da yok ol” komutu altında projesiz bir hiçe indirgenen, elinde projesiyle geçimini sağlayabilen, yüksek lisans ve doktora öğrencilerini çalıştırabilen, bulunduğu kuruma ve ülkesine böylelikle katkı değer sağlayan günümüz akademisyeninin prototipi olan “projeciler”, Avrupa’nın büyük kentlerinde pazarlarda, sokaklarda, saraylarda ve parlamentolarda fikirlerini satmaya çabalamaktaydılar. Sombart’ın proje üreticilere tarihsel kesitten verdiği örnekte, 16. yüzyıl İspanya saraylarında sıklıkla rastlanılan ve “ortalıkta yalnızca düşüncelerinin sonuçlarını bir sır gibi saklayarak dolaşan ve bunları başkalarına ancak para karşılığında veren insanlar” olarak betimlenmektedirler. 17. yüzyılda Paris’te meydanlarda cesur ve işitilmedik projelerini ve icatlarını kabul ettirmeye çalışan “görüş bildiriciler”le dolup taşmaktadır. Sombart, proje üreticilerin kapitalist zihniyetin gelişimine katkısını açıklarken, onlardaki tarihi eksikliği ve talihsizliği “etkinlik alanlarının yani iş yerlerinin olmaması” olarak ortaya koyar. Günümüzde bu etkinlik alanları eksikliği, proje kabul aldığında teknokentlerde ayrılmış ofisler ve laboratuvarlar aracılığıyla doldurulabilmektedir. Doğa bilimciler ve mühendisler daha donanımlı odalara ihtiyaç duyabilecekken, sosyal bilimcilere kabul almış projelerinde üretim araçları olarak “bilgisayarlar” çoğunlukla kafi gelmektedir.

Akademisyen, ileride satacağı emek gücünün kalitesini, yüksek lisans ve doktora yıllarında kazanacaktır. İş güvenliği elinden alınmış doktoralılar ordusu, sıklıkla adı geçen araştırıcı, araştırma görevlisi ya da ileride yükseldiklerinde “araştırma patronları”nı oluşturmaya aday olacaklardır. Zira “proje” yazmak ve ulusal sağlık enstitülerinden orduya kadar hayli prestijli devlet kurumlarından bütçe alabilmek ve böylelikle bir projeye başlayabilmek demek, iki anlama gelir:  Kısa süreli, güvencesi olamayan projeler, ve o projelerle para desteği alan profesörün (ya da araştırma patronunun), direkt üretim araçlarını yani projenin yürütülmesi için gerekli olan ekipmanı, çalışanları (doktora, yüksek lisans öğrencilerini ve doktora sonrası ücretli köleliğe devam anlamına gelen postdoktora araştırmacıları) ve elbette kendini de temin olanakları. İlginç olan, hiyerarşide en yukarıdan en aşağıya kadar insan faktörünün projeye (şirket zihniyetine) tabii olmasıdır: “Her şey proje için”! Projeden tüm bireylere kalan ise yine impact, etki faktörlerine göre bir hiyerarşiye dizilmiş “bilimsel” dergilerde yapılan / yapılmak zorunda olunan yayınlardır. Yayınların basıldıkları dergilerin etki faktörlerine göre ağırlıklandırılmış toplamı, o projede yer alan tüm ekibin cebine giren soyut kazanç anlamına gelir. Başka bir deyimle bu toplam, şirketin saygınlığının, güvenirliğinin yani bir sonraki alacağı projenin niteliğini ya da sektörde hayatta kalıp, kalamamasının doğrudan kriteri seçilmiştir. Böylelikle yapılmakta olan bilim, kontrol toplumu tarafından her şeyi ile “ölçülebilir”, patentlenip özel mülkiyetleştirilir; ve aslında zihinsel emeğin ölçülemezliğine ket vurulmuş, bilginin kamusal dolaşımı sekteye uğramış,  “immateryal" emek kendini çoğaltacak, dölleyecek imkanlardan yoksun bırakılmış olur.  Bu açıkça Marx’ın kapitalizme atfettiği üretici güçlerin gelişmesini engellemek anlamına gelir.

Söz konusu olan “bilimsel” bilgi ise, o her zaman nesnesini öteki’den alır: Fizikse madde ve enerjiden, biyolojiyse canlıdan, nörobilimse beyinden, sosyolojiyse toplumdan; tüm bunlar oyunun kuralları gereği bilimciye “dışarık”tır. O nesnelere dair ilişki biçimleri bilim için keşfedilmesi gereken yeni kıtalardır, bilimi ittirmesi arzulanan güdü de sözkonusu nesneyle arası asla kapatılamayan mesafedir.

Harfiyen tercüme edildiğinde ünvanları “bilgiseviciliğin öğreticisi” anlamına gelen PhD’li çalışanların sormaları gereken soru bizce, bir projeden bir projeye itiklenen araştırma’nın, bilimin performatifliğinin motivi olarak bilinen merak duygusuyla, antik yunanvari bilimsel keşifle olan ilintisini ne denli koruyabildiğidir?

Gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de projeyi veren kurumun (firmanın, ordunun, devletin birimlerinin, vs.) sermaye’nin başdöndürücü hızda belirlediği araştırma konularıdır. Araştırılması gereken bilimsel konu da popülerleşir, hot topic diye tabir edilen 5-10 yılda bir çalışılması gereken konular değişir, hatta bilimsel konferansların, kongrelerin konusu ve sıklığı bile bu talebe kendini uydurur. Söz konusu olan üniversitelerin, kontrol toplumunun üretim ilişkilerinin aslında idealleştirildiği, kaygan birimler haline getirilmesidir. Bundan dolayı “üniversite-sanayi işbirliği”ne karşı çıkmak iyi niyetli olsa da yersizdir; çünkü ortada bir işbirliğine gerek olmayacak şekilde üniversitenin ta kendisi üretim ilişkileri ve üretici güçleriyle birlikte yapısal olarak sanayii’den da fazla sanayileşmiştir, onun ideal haline dönüşmüştür. Bundan ötürü üniversiteleri aydınlanmanın mekanları ve akademisyenleri saygın entelektüeller olarak kutsallaştıran lafızlar, bu gerçeği bulanıklaştıran reaksiyoner “ideolojik” söylemler olmaktan öteye gidemezler.

Uzman fetişi

Çevremiz her kesimden uzmanlarla sarılı, bunların medyadan önümüze serpilenlerinin önemli bir kısmı da akademik titrleriyle vitrinlere sunuluyorlar; eğer doktoralı tasdiknameleri eksikse "bağımsız", "araştırmacı" ya da "yazar" gibi sıfatlarla karşımıza çıkıyorlar. Bu sıfatlar o kişinin size sizin bilmediğiniz bir alanda bir şeyler söyleyebileceği ehliyeti vermiş oluyor.

Onların kendilerine has dilleri var ve fakat uzmanlık alanı dışındakilere yani kamuoyuna onların anlayacağı dilden konuşarak bilgisel çıktılarını aktarmaya çalışıyorlar. Ama eninde sonunda anlaşılmayan bir şeyler yine de olmalı, bu uzman'ın gerçekten uzman olduğunu kabul edebilmemiz, onu kaale alabilmemiz için minimal enigmatik bir dil korunmalı... Böylece kamusal alanda “bilgi”, yaratıcı potansiyelden uzaklaşıp, bilginin dolaştığı mekan, bir “körler sağırlar birbirini ağırlar” ortamının ötesine gitmemekte; bilgi, siyasal ya da kurumsal (parti, sendika, üniversite yönetimi) iktidarlarının onanması ve sağlamlaşabilmesi için gerektiğinde kullanılan boş söyleme dönüşmektedir ya da daha da kötüsü medyada örneğin gazetelerin arka sayfalarında magazinel eğlence konusu olabilmektedirler. [6]

Uzmanlaşması istenen bilimciler de aynı şekilde bir takım "araştırma ilgi alanlarına" sahipler, tüm kariyer hayatlarını buna vakfetmiş görünüyorlar. Akademisyenden bugün beklenen, "kendi alanında konuşabilmesi", ama alanının dışına çıkarken dikkat etmesi… Uzmanlık fetişi, kamunun kendi içinde tartışmasını en baştan tıkıyor, kamuda bilginin şeffaflığını engelliyor ve akademisyeni toplumun bir takım şeyleri bildiğini varsaydığı bir özneye, bilirkişiye indirgiyor. Uzmanlaşmanın üretim araçlarındaki karmaşıklık nedeniyle gerekli ve zorunluluğuna itiraz etmiyoruz. Vurgulamak istediğimiz daha çok, akademisyen bir entelektüel olmayı, yani dışarıdaki nesneyle hakiki bir ilişki kurabilmeyi arzuluyorsa, spesifik alanlara daldığında, bunun zorunlu epistemolojik bir ayrışma olduğunun bilincinde olması gerektiği. Bilgi'nin fiziksel olanı kimyasal olanı biyolojik olanı diye bir şey aslen olmadığından, bilgi orada doğada bir bütün olarak mevcut olduğundan, sadece zorunlu olarak özelleşmiş bilim dallarından ve yine zorunlu olarak tarihsel duruma göre şekillenmiş bilimsel yöntemlerden bahsedebiliriz.

Bu sebeple safi uzmanlaşmanın doğurduğu, elitlikten çok uzakta bir profesyonelleşmeye dönüşmektedir artık. Gerektiği yerde para gibi kullanılan bilgi, “kariyer dışındaki hayat”ta organik bir anlam ifade etmez. Seçkin aklın yani entelektüel dehanın tikelin ötesine geçmesinin bir gerek olduğunu Schopenhauer şu cümlelerle anlatır: “Yüksek derecede yetenekli olanlar, seçkinliklerinin derecesine bağlı olarak, münferit şeylerdeki tümel (evrensel) boyutu görürler. Bu önemli ayrım en sıradan günlük objelerin sezgisel kavranışına kadar indiği ölçüde, bütün bilgi melekesine nüfuz eder; böyle bir kavrayış seçkin kafada sıradan kafadakinden farklıdır... Sanat ve bilimin peşinde olan,  başka bir deyimle, kendi için etkin olan akıl için sadece şeylerin tümellikleri, genel türleri, cinsleri, ideaları vardır... ”

Akademisyenin şirketin çalışma temposuna indirgenen güdüleri Schopenhauer’un tarif ettiği deha düşünüre atfedilen nitelikler ile çelişir. Bilgiye erişimi için genellikle şanslı ama içinde bulunduğu dinamik bakımından talihsizdir. Öyle ki akademisyen böylelikle kariyer dışı yaşamında, bir anda kolaylıkla “tek boyutlu insan”a dönüşebilmekte, bilginin hakikatle olan bütüncül bağını kuramadığından kendi yaşam pratiğinde uzman bilgisi, elde ettiği olası “saygınlık” haricinde bir işe yaramamaktadır. Çünkü uzmanlaşmış bilgi ihtiyaç duyulduğunda masaya konulan, piyasaya (medyada, bilimsel konferanslarda, bazen siyasal partilerde vs.) sunulan ama sosyal yaşam pratiğinde doğrudan ne akademisyenin ne etrafının tutumuna, reel tarz-ı siyasetine, “eğlenme” biçimine, alışveriş alışkanlığına etkide bulunamayan boş bir “etiket”ten başka bir şey olamamaktadır. Böylelikle bilgisel üretimle, onun dolaşımı arasında gerçekleşebilecek, ve tüm sistemi tehlikeye sokabilecek olası arızalar da engellenmiş olmaktadır.


Çıkarma işlemi ve kendini yadsıyan akademisyen

Bilindiği üzere proletarya, Marx’ın alfabesinde, karşısındaki efendiyle savaşmakla kalmayıp, kendini de onunla birlikte inkar ve yok edebilecek tek sınıf olarak tanımlandı... Akademisyen ise tam tersine belli ki kendinin inkarından ödü kopuyor... Akademisyenin yukarıda küçük bir resmini sunduğumuz varlık koşulları onun hakiki entelektüel olması yönünde bir engel ise de, ancak kendini şu iki temel noktada yadsıyabilirse entelektüel bir işlev görebileceği bir zemine kavuşabilir. Bunlardan birincisi Badiou’nun çıkarma işlemi dediği operasyonu kendine uygulayabilmekten geçer. Entelektüelin fenomene ulaşımı ve ona bir dil atfetmesi ancak kendi sembolik kimliklerini kendinden çıkarması ile olanaklı olabilir. Bu kimliklerin başlıcaları cinsel, ulusal, mesleki, dini, ailesel olarak sıralanabilir. Bir akademisyenden sözgelimi profesörlüğünü, erkekliğini, Türkiyeliliğini, aile babası olarak rolünü çıkardığınızda geriye ne kalıyor? Geriye kalan bütün’de yani sosyal yaşam pratiğindeki konumu (sınıfsal konum) ve çıplak bedenidir. Elindeki üretim araçlarıyla ve en temeli olan zihniyle birlikte bir ürün yaratma sürecinde akademisyen bu arda kalan bedeniyle hareket edebilmelidir. Günümüz nörobilimlerinin desteklediği üzere, bedenin hem kırılganlığı hem de çekici mükemmeliyeti ekstra bir ruha ihtiyaç duymamasından kaynaklıdır. Elbette arda kalan hem sınıfsal çelişkiler olsun, hem de “saygınlık” gösterisi gibi ruhsallıktan arınmış yaşlanmaya yüz tutmuş, tehlikelerin tam ortasında olsun, akademisyen ancak etrafında konumlandığı bedensel - sınıfsal travmatik çekirdekten korkmayıp, aksine onunla özdeşleşerek kendisini kuşatan simgesel kimliklerin dışında bir yerlerde üretime girebildiğinde, bir entelektüele dönüşme şansı bulabilir. Bu da kendini yadsımasıdır. Kendine dayatılan özelleştirilmiş tikel bilgi üretiminin reddidir. Tümeller ekseninde akıl yürütüp, üretebilmesi disiplinler arası ideolojik bir yaklaşımı da devre dışı bırakıp, “disiplin” dışı bakabilmesi ile olanaklıdır.

Entelektüel işleve yönelik önerdiğimiz ikinci nokta, birincinin doğal devamı olarak izlenebilir: Bir sultaya ya da büyük Ötekine yaslanmamak, yani kendisine geçim araçlarını temin eden ve beklenen bilgiyi dolaşıma sokmadığında performans kriterleriyle tehdit eden tüm aygıtların gölgesinden uzakta bir yerde düşünüp, eylemek.

Tolga Esat Özkurt




[1] Levent Konca, Üniversite, Kapitalizm ve Sol, Birikim, Ocak 2013. http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=905&makale=%DCniversite,%20Kapitalizm%20ve%20Sol
[2] Bkz: Foucault – Chomsky tartışması (1971), http://www.youtube.com/watch?v=myy3vL-QKI4
[3] Arthur Schopenhauer, Üniversiteler ve Felsefe, Say Yayınları, 2008, S. 41. (vurgu bana ait)
[4] ODTÜLÜ, Mart 2013, S. 10.
[5] Werner Sombart, Burjuva, Doğu Batı Yayınları, 2011, S. 52.
[6] Tübitak bunu o kadar önemsemekte ki, “Bilim insanının medya rehberi” (Hayes ve Grossman) başlıklı, akademisyenin medya ile ilişkileri için “kılavuz” olacak bir “kişisel gelişim” kitabı yayınladı.

21.04.2013

"arzu dinamiğine dair"in eleştirisi (ya da yoldaştan cevap)

[Öyle sağlam bir eleştiri olmuş ki, dün yazdığım her bir kelimeyi geri almaya meylettim.]

Düşünce ve eylemin yitirilişidir bu yüzyıl. Bir alegoriler çağıdır. Zihnimiz; acıların, arzuların ve hazların soyutlandığı yitik bir yüzyılın şizofrenisinidir. Anlama çabası yerini yitik bir varolma çabasına bırakmıştır.      Teori 'aşma' çabasının değil, yitirilişin anlamlandırılmasının dilidir artık. Arzular geleceğe ilişkin aksiyomu değil, bugünün yitirilişine karşı sahte direnişin dilini temsil eder. Yaşam; şarkılarda, duvarların ardında, romanlarda, fısıltılarda gizlenmiş bize uzak diyarlarda yaşanan heyecansız meraklar uyandıran hikayeler olmuş … Merak ve arayış yitirilmiş. Yaşamın dışında anlık hayale hapsolmuş bir anlamsızlık haline gelmiş. Merak ve arayış; bir gemiye binip okyanusa açılan kaşifin, üzerinde hırkası yollara koyulan dervişin, manastırlar arası bilgiyi arayan ortaçağ rahibinin dünyası artık bir mit olmuş zihnimizde.

Araftayız. Korku varoluşu besliyor, varoluş korkuyu. Direnmek unutulan yaşamın içinde şekillenen bir 'virtüel' olmuş… Zihin, korkuyu düşünce ile besliyor. Düşünce ise dış dünyayı anlamsızlaştırarak, nedenler ve sonuçlar ile gizliyor. 'Teori' örtüleri kaldırırken, şimdi örtüler olmuş gerçeğin üzerine. Zaman ve mekana hapsolmuş düşünceye artık 'teori' diyoruz. Antik Yunan'ın değişim fikri, evrensel arayışı bu yüzyılda ancak tebessüm ile karşılanır olmuş. Arayış, verili olanla sınırlı. Artık, verili olana 'reel' diyorlar, olabilecek olana ise 'virtüel'. Oysa 'reel' seçilen değil kurtulmaya çalıştığımızdır. Ve ancak verili olanda edinilir. Yani tüm yaşamımız olduğumuza karşı isyan hikayesidir. İşte tam da burada virtüel ile reel çakışır. Olduğumuza yani tam da yaşamın içerisinde, ona dokunarak sahip olduğumuza karşı, yine 'reel'in içerisinde beliren yaşanabilirliklere karşı duyulan heyecandır anlamın kendisi. Yitirilen ise, 'reel'in yıkılışına duyulan tam da onun içerisinde ona karşı olma arzusudur. İşte tam da bu yüzden zaman ve mekana hapis kopuk bir virtüel arzudur bizi dervişin ve kaşifin dünyasından koparan. Arayış; 'reel'e  tamda onun içinde isyan olmayınca, bugünün dili zihne hakim olmaya başlıyor. 'Arzu ve sahip olunan' muhasebe defterlerine konu, 'sosyal zeka' uyumun tanımı oluyor. Aşk ise denge arayışı oluyor.

Arayış; kurtuluş değildir hele çözüm arzusu hiç değildir. Arayış; temastır ve temasın reddidir. Sahip olunana karşı isyandır. Her isyan yeni bir kuruluştur, yeni sahip oluşlardır. Virtüel ve reel olanın kesişimi ise aktüel olandan değiştirme çabasıdır. Aşk insanın olumlu yitirilişidir. Eğer virtüel olan aktüel olduğunda hala büyük bir heyecanla ona isyan heyecanı yaşıyorsan.

Bu yüzyıl zihnimizdeki çatışmanın felsefe aracılığı ile olumlu veya olumsuz olarak kurulması çabasının zamanıdır. Kavramlar negatif kuruluşu getirircesine oluşturulur, hareketsizlik barındırır içerisinde zamanın kavramsallaştırılmasıdır.  İşte bu yüzden korkular yatışır, arayış tutsaklıkla son bulur. İşte bombok olan tam da budur. Sınırlı bir zaman ve mekanda çatışmanın yaşanması. Oysa Cemil Meriç değil midir kör olduktan sonra karısını terk ederek Lamia Hanım'a koşan… Meriç 'reel'de reele karşı çıkıp, virtüel olanı aktüel hale getirmemiş midir? Reel bir engel değildir, onun sendeki izdüşümüne isyan edersen.

İçinde yaşadığımız dünyanın zihnimizdeki çapraşık izdişümlerinden kaçamayız. Ancak tümel olarak dünyayı ve tekil olarak incelediğimiz objeyi mümkün olan en iyi şekilde tanımlama çabasındayızdır. Dışarıyı en iyi gördüğümüz yer her zaman en iyi yer olmayabilir. Bazen en iyi yöntem manzarayı en iyi gördüğümüz yer değildir. Tüm çabamız, en iyi görünüm için bir tepe arayışıdır.

20.04.2013

arzu dinamiğine dair


Bu düzenin bize sunduğu seçenekler… Hangisini seçsek, diğeri aklında kalıyor. Seçim yapamazlığın depresyona yol açtığı nöroklinik çalışmalarda gösterilmiştir. "Doğru" seçim yapabilmek aslında sosyal zekası yüksek insanın işidir. Bu bağlamda sosyal zekanın önemli bir bileşeni, memnun olabilme, kendini tanıyabilme, uzun vadeli tasavvur yetisi ve yalınlığı tercih edebilme inceliğinde yatar.

Gözü doymaz insanlık herşeye sahip olmak istiyor; ama fiziki - biyolojik zorunluluklardan dolayı ancak "bir"ini seçebiliyor. Bu nedenle seçtiğimiz / sahip olduğumuz kadar seçemediğimiz / sahip olmadığımız da arzu'nun muhasebe defterine aynı şekilde yazılır. Bunlardan birincisi günlük yaşantımızda "reel"e denk düşerken, ikincisi fantastik "virtüel" olarak rol oynar. Arzu bu iki boyutta gerçeklenir. Aşk, reel ve virtüel arasındaki mesafenin kısalmasıdır; bu ikisinin aynı nesnede yoğunlaşabilme mucizesidir. Bu ikisini aynı kişi'de yaşayabilmek için elimizdekinde (reel'de) enigmatik bir kırılma yaratmak gerekir. Bu zorlu iştir. Yanınızda, dokunabildiğiniz insanda hep bir bilinmeyeni, fantastik bölgeyi yaratabilirseniz, reel-virtüel dengesini tek bir nesnede kurabilirsiniz.

Böyle olmazsa aklınız hep virtüel'e takılı kalacaktır. Virtüelde düşünüp / düşleyip, reel'de kalıp, eylersiniz. Kafanız başka, eliniz başka yerdedir. 

Ne var ki reel devreden çıktığında, virtüel'in alımlı etkisi tuzla buz olur. Zizek'in verdiği örnekte olduğu gibi karısını kaybeden adam'ın metresi ile ilgili tutkuları da bir anda sönümlenir. Zira engel (reel) ortadan kalkınca, arzu tahterevallisinin dengesi bozulur, virtüel de silinir gider. Bomboş ya da bombok olursunuz.

10.04.2013


I can't write. I know I just sound like those supposed to be writers in cheap Hollywood films where they moan about writer's block. This is all embarassing. Fuck writers. I know it sounds fake. But you should also be aware that the real shows its sharp face just thru fake.

I ain't even a goddam writer. Words just mumble for me. They are meaningless useless piece of of shit I have to rely on. Since I am not a blue collar worker or some striking shit you know.I can't write nothing in English except some technical - boring texts, I am not better than a 12-year old kid at that. So  embarrassing,  so screwed-up way of emptying yourself. Find me something better and I swear I shall be your slave for the rest of my life.

Yet, I can't come in terms with my Turkish, the words start like being razors cutting my tongue and then filling my throat with the pieces of flesh. It feels as if It has been like this for ages and ages, I just can't make myself remember. Everybody has his own bet, mine is on the past, my future is on the past, my present is flowing thru past. No this is not me but an ugly modern alien desiring through me, desiring to flow and mix into shallow muddy waters. The most shallow possible. This must be it.

Now, tell me, where should I begin? People should allow me to be hysterical while writing; they should be tolerating at the very least. Come on guys, ain't it just the right times for tolerance? Since there is neither ruling nor power in writing. You write just to write aimlessly. Not such dirty political tricks to seduce cute chicks, or whatever there beautiful is. No greed there but just words stuck in the throat. You know what I mean. You gotta me.

----------

Ben kendimi çeviremedim ya Google Translator nasıl çevirmiş bir bakayım dedim. Süper çevirmiş, bundan daha iyisi olamazdı:


Ben yazamam. Ben sadece onlar yazar tıkanması hakkında inilti ucuz Hollywood filmlerinde yazar olması gerekiyordu bu gibi göründüğümü biliyorum. Bu, tüm utanç verici. Kahretsin yazarlar. Ben sahte geliyor biliyorum. Ama aynı zamanda gerçek sadece aracılığıyla sahte onun keskin yüzünü gösteriyor farkında olmalıdır.

Ben bile bir lanet yazar değildir. Kelimeler benim için sadece mırıltı. Onlar dayanmak zorunda bok anlamsız yararsız parça vardır. Ben bir mavi yakalı işçi veya know.I bazı teknik dışında İngilizce hiçbir şey yazamıyor bazı çarpıcı bok değilim beri - sıkıcı metinler, bunu bir 12 yaşındaki çocuk daha iyi değilim. Kendini boşaltma Yani utanç verici, bu yüzden berbat-up yolu. Bana daha iyi bir şey bul ve ben hayatımın geri kalanı için köle olacak yemin ederim.

Ancak, benim Türk ile anlaşmaya giremezsiniz, kelimeler jilet dilimin kesme ve daha sonra et parçaları ile benim boğaz doldurma olmak gibi başlar. It yaş ve yaş için bu böyle olmuştur, sanki sadece kendimi hatırlamıyorum yapamaz hisseder. Herkes kendi bahis vardır, benim geçmişte, benim gelecekteki geçmişte, benim şimdiki sokmak Geçtiğimiz akıyor edilir. Hayır bu sığ çamurlu suların akmaya ve karışımı isteyen, bana ama benim aracılığımla isteyen çirkin bir modern bir uzaylı değil. Olası en sığ. Bu olmalı.

Şimdi, nerede başlaması gerektiğini, söyle bana? İnsanlar yazarken bana histerik izin vermelisiniz, onlar en azından tolere edilmelidir. Haydi çocuklar, sadece hoşgörü doğru zamanlarda değil mi? Yazılı iktidar ne güç ne olduğundan. Sadece amaçsızca yazmak için yazmak. Bu tür kirli siyasi hileler sevimli civciv baştan, ya da her neyse orada güzel değil. Hayır orada açgözlülük ama sadece kelimeler boğazına yapışmış. Ne demek istediğimi biliyorsun. Bana lazım.

9.04.2013

via Sanat Hareketi




Marina abramoviç ve Ulay, sevgiliymiş. İkisi de sanatçı. 70’lerde, birlikte yaşadıkları minibüsle dolaşıp birlikte sanatlarını icra ederlermiş. Sonra, birgün, artık bu aşkın sonunun geldiğine inanmışler, şöyle bir karar almışlar. Çin seddinin üzerine çıkacaklar, biri bir uçtan, diğeri bir uçtan yürümeye başlayacaklar, günler sonra buluştukları noktada birbirlerine sımsıkı sarılacaklar ve… Ayrılacaklar. Yapmışlar da! Yıllar sonra, bugünlerde, Marina, MOMA adlı sanat kurumunda bir performans, bir gözteri yapmak üzere davet almış, bir masada karşılıklı oturduğu kişlerle, gözlerini birbirinden ayırmadan bakışacaklar, bir dakika boyunca sessizce aralarındaki yabancılık engelini atarak birbirlerinin yüzlerini seyredeceklermiş. Yapmış da. Ama bu haberi duyan, artık yaşlı ama hala karizmatik Ulay, habersizce salona girmiş, sıranın kendisine gelmesini beklemiş ve Marina’nın karşısına oturuvermiş. Buraya kadar “sanatçı çılgınlığı” diyeceğimiz şey. ama esas hikaye bundan sonra başlıyor. bir seyredin de “yüz” ne manaya geliyor, üstüne düşünelim…

Ezel Akay’dan

Üzerinde söylenecek şeyler var. Ama şimdilik sessiz kalalım. Bu hikaye yalan bile olsa gerçek olmalı. Çünkü hikayede kupkuru, sessiz bir çöl gerçekliği mevcut.

Videoyu gördüğümde primer FF yorumum şöyle olmuş (çok kaba ama not olarak kalsın yine de) : Bu hikayeyi geçenlerde birinden duydum; duyar duymaz da aklımda idi, aklımda kalmıştı, nette gezdiğini bilmiyordum. Söylenecek üstüne çok şey var. İlkinde hemen bendeki kritik nöronları modernizm eleştirisine, insanın zavallılığına, yalnızlığına yöneldi. Sonra esasen o zavallılığın Tanrısallaşma isteğinden kaynaklandığını düşünmeye başladım. Ama bu zavallılıkta bile yüce bir şeyler var. Üstünde çokça konuşmak lazım. Bu dediklerimi her an geri alıp, bambaşka şeyler söyleyebilirim. Kim bilir, o videoda aslında kendi yüzümü gördüğümden bu söylediklerim... Ama bu olan bu biten, Çin setlerinden performans sanatına sakat, çok sakat. Bir yandan Taliban olası geliyor insanın, bir yandan yalnız olarak bir Paris kafesine sigarayla çömelmek... Sonra tasavvuf ve vahdet-i vücut belki, belki Miraç sonrası gördüğü aslandaki yüzüğe şaşıp da kalan Muhammed... Ne alakası var demeyin. Ben de bilmiyorum

3.02.2013

Madde ve Mana’ya dair - II


En son söyleyeceğimi en başta diyeyim. İkinci kez okuduktan sonra ikna oldum ki, Tura'nın kitabı kabullenemeyeceğim barizlikte teleolojik dinsel bir öz barındırıyor. Oluş'un bir maksada uygun davranışı bazlı olarak yapılan zorlama sentezler kitapta sıkça tekrarlanıyor. Defalarca, ontolojik olmanın yanı sıra siyasi olarak da sakat noktalara çıkan bir "normatiflik" baz alınıyor.

Kitapta ileri sürülen rasyonel tarza uygun davranan doğanın normatif olduğu çıkarımı, açık ki önemli noktaları gözardı ediyor.

Tesadüfi de olsa bir bir "rasyo"ya (Tura'nın deyimiyle parça-bütün ilişkisine) uygun tarzda, evrimsel sürece uygun olarak gelişen bireyler'den çıkıp, bir maksat belirlemenin en bariz sorunu "elenen, evrimsel sürecin elediği bireylerin ya da genlerin" (mutantların, arızi olanın) inkarı, gözardı edilmesi… Bunların "maksada" uygun olmadığı mı düşünülmektedir? Yoksa bunlar "maksat" yolunda kurban edilmesi gereken zorunlu birimler midir? 

Peki şöyle bir senaryo düşünelim: Diyelim dünyada ani bir değişiklik oldu (buzul çağı başladı): çoğunluk tümden yok olurken; o elenmesi gereken özellikler, o sakat, arızi genlere sahip "normatifliğe uygunsuz" bireyler hayatta kalmayacak mı? Tüm o akla uygunluk, normatiflik, normal bireyler tuzla buz olmayacak mı?

Öyleyse doğa, Tura'nın kitapta öne sürdüğünün aksine rasyonel'den çok daha fazla "bilinmez" bir gidişatı da içinde taşır. Doğa dişil ve tekinsizdir. Ani kırılmalar, kaotik dallanmalar doğa dinamiğinin temel bir parçasıdır ve Tura'nın ontolojisi bunu içerecek yetkinlikten uzaktır: Nature does not exist.

Varolmakta olan, kapalı bir kutuya sıkıştırılamayacağından sürekli arıziyi içinde barındırmak zorundadır; değişimin ruhuna aykırdır böylesi olası bir kapalılık. Arızi'yi bir sistemin yoketmeye çalıştığı bir dışkı olmaktan çok ötede, o sistemin tanımında rol oynayan olarak değerlendirmek gerektir. Zira, bu sayede varolan, kapalı ve sıkıcı bir denkleme uygun hareket etmekten öte, kendi gidişatını zenginleştirme olanağı bulabilir. Tura'nın ontolojisi bu yüzden kapalı eril bir yasa'nın boyunduruğu altındadır ve doğa'nın düzensizde beliren anlıksal düzenini açıklayamamaktadır.

Tura'nın ontolojisinin (ilki kadar canalıcı olmasa da) ikinci temel problemi Althusser'den ve dolayısıyla Bachelard'dan devşirdiği "öznesiz süreç" miti'dir. Elbette Descartes'ın zihin / beden ikiliğinden hareketle ortaya çıkan "özne" tanımının sorunluluğuna itiraz etmek zor. Bunu çoğu günümüz bilişsel ve nöro -bilimcisi de kabul eder zaten. Fakat Kartezyen özne'nin sorunlu tarafları bir "özne"nin varolmadığını kabullenmek, onu dışta bırakmak anlamına gelmez kanımca.

Eğer Tura'nın söylediği üzere madde varolmakta ısrar ediyorsa, Schopenhauer'in "istenç" dediği özü içinde taşıyor demektir. Öyleyse özne vardır. Özne, nesnenin özel bir biçimidir sadece. İki nesne etkileşime geçtiğinde, ikisinden biri diğerini daha fazla etkiler. Etkin olana özne, edilgene de nesne denir (diyorum).

Tüm bu nesneler arası etkileşimi es geçsek bile, Tura'nın Spinozist / panteist bir ilhamla bahsettiği varolmakta olan nesneler yığınının dev bir "özne" olmadığını kim iddia edebilir? Yine de buralara kadar gelmeden, bu denli ileri gitmeden önce temkinli olmakta fayda var.

11.01.2013

hayat denen rüya


There was no answer, except the general answer life gives to all the most complex and insoluble questions. That answer is one must live for the needs of the day, in other words, become oblivious. To become oblivious in dreams was impossible now, at least till night-time; it was impossible to return to that music sang by carafe-women; and so one had to become oblivious in the dream of life.

Hiç bir yanıt yoktu, hayatın kompleks ve çözümsüz sorunlara verdiği o yanıt haricinde… O yanıt, günü olduğu gibi yaşamaktı, başka bir deyimle, kayıtsız kalmaktı. Rüyaya dalıp kayıtsız kalmak henüz imkansızdı, en azından gece gelene kadar böyle; şarap sürahili kadınların söyledikleri şarkılara dönmek imkansızdı; öyleyse elde tek çare hayat denen rüyada kayıtsız kalabilmekteydi.

Leo Tolstoy, Anna Karenina  

6.01.2013

Madde ve Mana’ya dair - I


Saffet Murat Tura’nın Madde ve Mana’sını bir kez daha okumaktayım ve kitabın sonlarına yaklaştım. Burada sadece kitaba dair düşüncelerimi hızlı şekilde aktaracağım. Bu nedenle yazdıklarım kitabı değerlendirmek yönünde düşülmüş ilk elden notlar olarak anlaşılmalı ve içindeki yazım ve bazı muhtemel kusurlar hoşgörülmeli.

İlk okumamdan beri ikna olduğum temel tez “mananın maddeye içkin bir özellik olduğu” özellikle biyolojik evrim dikkate alındığında gayet makul geldi. (Bu tezin önceden başkası tarafından bu açıklıkta formüle edilip, edilmediğini bilmiyorum.) Bu önceden alışkın olduğum ve farkında olmadan a priori kabul ettiğim (ve doğrusu sorgulamadığım) tüm evrenin aslında anlamsız olduğu ve biz’im ona bu anlamı kattığımız (insan merkezli) fikrini kökten yıkıcı elbette... Farkında olmadan da olsa mana dediğim anda aklıma insan’ın gelmesi aslında bendeki “varoluşçu” kabullerle ilgili. Biraz Schopenhauer, Sartre ve dolayısıyla Husserl etkisi diyelim biz buna.

Tabii önceden de dediğim gibi Saffet Tura’nın kitapta vurguladığı teze çok benzer şekilde, yeni zamanlarda ortaya çıkan Meillassoux gibi “ilinticilik”i  (özne-nesne ilintisini) reddeden ontolojiler de aslında benzer bir özne-nesne ikilemini reddedip, nesne-temelli bir düzlemde yükseliyorlar.

Saffet Tura mana’nın varlığını nesne’ye yerleştirmesi (mananın anlamına yaptığı metafiziksel operasyonla - kaydırmayla) basit gibi görünse de, sadece benim gibi varoluşçuların değil varoluşçu olsun olmasın tipik indirgemeci materyalistlerin hemen öyle kabullenemeyeceği bir şey. Bu dediğimi test etmek için birkaç gün önce 2 deneyimli ve birikimli felsefeciyle yemek yerken kitap’tan bahsettim. İkisi de kitaptan bihaberdi ve “mana nesnenin kendisinden kaynaklı” diyince, bu duruma şiddetle itiraz ettiler.  İkisi birden büyük bir hiddetle bu tez’in tamamen saçmalık olduğunu, zira “bilgi”nin ve anlam’ın dışarıda değil, insan tarafından nesneye yüklenilen dilsel-zihinsel birşey olduğu bilindik tezini materyalizmi savunmak adına yinelediler. Hocalardan biri “eğer dediğin gibi olsaydı, üniversiteye gerek kalmazdı, bilgi’yi nesneden direkt alırdın” dedi mesela... (Böylelikle dışarıda aslında bilgi diye birşey olmadığını, ancak insanın dışarıya eklenmesiyle bilginin ortaya çıktığını ima ediyordu)

Bilgi’yi dışarıdan “direkt” almak diye birşey olmadığını o da biliyor olmalıydı halbuki. Zaten görme ya da duyma gibi “algıları”da direkt birşey değil ki... Arada göz sinirlerinin uyarımından, beyne giden ve “hızlı” da olsa bir sürü nöral operasyonun gerçekleştiği ,gayet kompleks bir süreç “görme” olayı... Felsefecinin “direkt” demesi belli ki “hız”dan kaynaklı bir yanılsamaydı. Evet nesneye baktığımız anda ondaki tüm bilgiyi hemen algılayamayız. Kartezyen bakış açısının kusuru bu yorumdan da şap diye gün yüzüne çıkıyor aslında: Bilgi bile bizim için var! Biz kitap okuyoruz, didinip duruyoruz ve nesne ile etkileşime geçerek, örneğin yaptığımız deneyler ve bilimsel birikim sayesinden bir tür “bilgi” ediniyoruz. Bu noktadan bakan hoca, Shannon’un bilgi teorisinin de aslında bu noktada problemli olduğunu söyledi!

Halbuki bilgi de anlam gibi şey’de “varolan”dır (ona içkindir); ve biz bu bilgiyi kitapta da belirtildiği üzere “belirtik” kılarız sadece. Dolayısıyla insan’ın edindiği bilgi “türev bilgi”dir. Bunu felsefecilere kabul ettirmek mümkün olmadı tabii; çok kızdılar bu teze.

Hız ve dolayımsızlık arasında ciddi bir kavramsal fark var. Diyelim ki nesneye baktığımızda elimizdeki teknolojiyi kullanarak, o nesnenin i-phone gibi bir aletle resmini çektik, görsel bir arama motoru ile imgeden onun kavramsal statüsünü belirledik, ve Vikipedi gibi bir veritabanından da nesneye dair bilgi edinmeyi başardık. Elimizdeki mobil alet nesneye tutulduğunda (ulaştığımız teknoloji sayesinde bugün bile) çok hızlı bir şekilde “bilgi”yi bize yansıtabilir. Aslında kullandığımız ara alet sayesinde nesne’nin bilgisine erişebiliriz. (Hatırlarsanız, bu tarz bir bilgiye ulaşımı filmlerde izlemiştik: Robokop ve Terminatör nesneye ve yine bir nesne olan insana bakarak becerebiliyorlardı, onunla ilgili tüm bilgiyi pat diye algılıyorlardı.) Burada görme işleminden çok da farklı bir işlemden bahsetmedik. Sadece insanın evrim basamağının yetersiz kaldığı birşeyi ara bir “alet”le (mesela elektronik aletle, dalgalarla ve uyduyla) destekledik. Yani aslında ne görme ne de bilgi edinme Kartezyen materyalistlerin sandığı gibi “dolayımsız” değildir. Eğer biri itiraz edip “ama sen insana ek olarak bir de alet kullandın” derse, insanın da aslında eni sonu doğada bir “alet” olduğu olgusunu tersyüz etmiş olur. İnsanın ontolojik statüsünü ayrıcalıklı bir konum olarak düşünmek, düpedüz Kartezyenizm olmakla birlikte, aynı zamanda materyalizm’in temel kabullerinin inkarı anlamına gelir.

Dolayısıyla “manasız doğa kabulünde ısrar” etmek suretiyle sıkı materyalist olduklarını sanan felsefeciler gayet de idealist bir önkabule (kartezyen zihin-beden ikiliğine) dayanmaktadırlar.

Yine de kitapta bazı tezlerle ilgili ciddi çekincelerim var. Bunlardan biri Althusser ve dolayısyla Bachelard’dan kotarılan “öznesiz” sürecin öznesizliği ile ilgili problemler. İkincisi rasyonaliteyi tanımlarken maksada uygunluk “esas” alındığında sürekli bir bütünleme kaygısından doğan sentez’e ve dolayısıyla kapalı bir varlık alanı oluşturmaya dair problemler. Burada problemler öyle bir hal alıyor ki Tura kitabın son kısımlarına doğru kelimelerin anlamını iptal edeceğim derken, yanlarına “yıldız” işareti koyacak abzürdlüklere varabiliyor. Halbuki dildeki her sözcük ya da kavram zaten kendi doğasında bir yıldız işaretini (örtük olarak) yanında taşır. Bu mevzularla ilgili yorumlarımı sonraki post’larda yapacağım.