11.07.2013

Tavan arasına saklanmış akademisyen portresi


Levent Konca’nın “Üniversite, Kapitalizm ve Sol” başlıklı yazısı [1] kanımca korunması gereken bir mekan’dan, kendisi ile mücadele edilmesi gerekli bir alana doğru bir algınının gerekliliğinin yerinde olarak altını çizdi. Böylesi bir algının verilen mücadelenin aktörleri açısından önemini vurgulamak için Foucault’nun şu cümleleri yeterli olmalı: “Şu an önümüzde duran günümüz toplumuza yönelik en önemli politik görev, kurumların işlevlerini, bilhassa nötr ve bağımsız gibi görünen kurumların işlevlerini eleştirmek ve onlara saldırmaktır.  Siyasal şiddet tam da onlar aracılığıyla muğlaklaştırılmış biçimde taşındığından, bu perdelerini indirmek niyetiyle saldırmaktır.” [2]

Bu yazı benzer bir amaca yönelik olarak üniversitenin akademik temelde çalışan tepedeki birimleri yani “öğretim üyeleri”ni hedefine alıyor. Anti-akademi söylemlerinin bir kısmında dillendirilen “elitizm” yaftasının aslında doğru bir etiketlendirme olmadığını, yapılan bu türden suçlamaların tam tersine akademisyen özelinde sorunun onda entelektüel elitizmi taşıyabilecek soyluluğun yoksunluğu olabileceği teziyle yola çıkıyoruz.

Geçim kaynağı ve entelektüel saygınlık

Akademisyen kimliğini entelektüel’le aynı kefede görmenin sorunlarını sıralamazdan önce, yazıda geçen “entelektüel” tanımının dışarıdaki hakikat’le mümkün olduğu kadar dolayımsız ilişkide bulunabilen ve bu doğrultuda çıkarım yapabilen kişiler olarak varsayıyoruz. Entelektüel’e, Benda gibi düşünürler tarafından atfedilen siyasi ihtiraslardan uzak münzevi ahlaki sorumluluklar ya da Said, Şeriati, Chomsky ve Sartre gibi düşünürler tarafından birincisinin tersine yüklenilen toplumsal siyasal sorumluluklar gibi endişelerden uzak bir tanımı bu yazıda ileri sürüyoruz. Biz akademisyenin konumunu belirlerken, varsayımımızı basitçe entelektüelin “dışarıdaki hakikat’le mümkün olduğu kadar dolayımsız ilişkide bulunabilen ve bu temelde çıkarımda bulunabilen kişiler” olarak koymakla yetiniyoruz. Bu tarz bir düşünsel üretim sonrası, bu üretimin kamuoyuna nasıl bir siyasi tutumla aktarıldığı kanımızca ikincil bir ahlaki sorundur. Nesnelere “ne”lik sorusuyla yaklaşma becerisi gösterebilen entelektüel zaten o ikincil ahlaki sorumlulukla yüzleşme durumuna zorunlu olarak geçecektir. Bu noktada nasıl ahlaki seçimler yapabilir tartışmasını bir kenara itip, akademisyenin bulunduğu mevcut üretim ilişkileri ağının içindeki konumunu esas almak istiyoruz.

Akademisyenin, dıştaki bilgiye erişim olanakları bakımından mesleki durumundan kaynaklı bir ayrıcalık sahibi olduğu gerçeği ile birlikte o bilgi’ye hakikat ekseninden yaklaşımında doğasından kaynaklı büyük handikapları da var. Meta olarak bilginin üretim aracı ve üretim çıktısı olarak kazandığı hegemonik konumla birlikte günümüz geç kapitalist toplumlarında bu handikaplar büyüdüyse de, söz gelimi iki yüzyıl önce dahi akademisyenin ideolojik konumundaki ontolojik çarpıklık halihazırda mevcuttu. Schopenhauer’un felsefecileri konu ettiği bir metindeki şu sözleri tüm akademisyenler için geçerli kabul edebiliriz: “Etkinlik alanları daraltılmış olan üniversite profesörleri hallerinden gayet memnundurlar, çünkü onların asıl peşinde oldukları şey kendileri, karıları ve çocukları için güvenli, mütevazı bir geçim kaynağı elde etmek ve ayrıca halk nazarında belli bir saygınlığın tadını çıkarmaktır.” [3]  Bu cümlede akademisyenin hem kendi geçimini sağlayan bir işçi olduğu; hem de kamuoyuna “saygın” bir görüntü sunabildiği gerçeğinin altını çizmek gerekir. Kendi geçimini sağlaması, günün bilgisel meta üretimi koşullarından bağımsız olmadığını, o koşullara sıkı sıkıya bağlı olduğunu işaret eder. Akademisyenin önüne konulmuş başka bir zevkli görev de toplum önünde entelektüel saygınlığı taşımak durumudur. Fakat tikel bilginin dolaşıma sokulup, özel mülkiyete çevrilmesinde rol oynamak durumunda olan bir mesleğin, bu saygınlığı en azından eğer hakikatle kurulan ilişki varsayımında değerlendirirsek sürdürebilmesi bir çelişkidir. Bu çelişkiyi dışavurmaksızın titrine yaslanarak entelektüel poz veren akademisyeni, pek tabii olarak Oscar Wilde’in ünlü roman karakteri Dorian Gray’e benzetebiliriz. Narsistik yakışıklı Dorian Gray, güzelliğini ve gençliğini kaybetmekten ölesiye korktuğundan yapılmış yağlıboya portresi önünde "eğer bu tablo benim yerime yaşlansaydı, ve ben hep aynı kalsaydım, ruhumu satmaktan çekinmezdim" der. Romanda olağanüstü bir şekilde Dorian'ın dileği kabul görür, ve karakterin sonrasındaki olay dizgisinde şahit olduğumuz tüm şeytani eylemleri ve yaşlanma belirtileri portrede dışa vururken, onun fiziksel vücudu diri, kendisi hep genç kalır. Dorian foyasının açığa çıkmasını engellemek için "yaşlanan ve çirkinleşen" tablosunu tavan arasına saklar.

Günün akademisyenini Dorian Gray karakterinde ete kemiğe bürünmüş olarak bulabiliriz. Ruhlarını sermayeye ve onun güdülerine teslim etmiş, bu yolda güvenle adımlarını atarken; yüzlerinde ve ifadelerinde namuslu aydın - bilim insanı havalarını eksik etmemektedirler. Schopenhauer’un sözlerini akılda tutarak, birinci kısım “geçimlerini sağlarken yapılması zorunlu eylemler” iken, ikincisi tam da “saygın konum”u korumaya denk düşmektedir. Bizce artık Dr. Gray’in tavan arasında sakladığı resmini gün yüzüne çıkarabilmekte çekinilmemelidir.

Son zamanlarda sıklıkla medyada ön planda şahit olduğumuz, orantısız şiddetlerin hedefleri haline gelmiş ODTÜ gibi üniversitelerin üretimdeki işlevini örneğin aynı üniversitenin rektörünün, bir açılışta öğretim üyelerine sarfettiği şu sözlerden rahatlıkla okumamız mümkündür:  “Üniversitemiz giderek artan bir rekabet ortamı içinde, uluslararası başarılarını sürdürmek ve toplumumuzun artan beklentilerinin üzerine çıkmak için sürekli olarak ‘daha iyi’yi yapmak zorundadır.” [4] Bu cümleden üniversite sözcüğünü çıkarıp “şirket”i koyduğumuzda, anlamın hiç de yadırgatıcı olmadığı açıktır. O zaman şirketin sürdürülmesi görevini en önde üstlenen akademisyenlerin konumuna dikkat kesilelim.

Proje çalışanı ve doktoralılar ordusu

“Proje anlatıcıları”, Sombart [5] tarafından burjuva zihniyet karakterize edilirken “zihinsel yönteme başvurarak zenginleşme” başlığı altında anılır. Günümüzde iyiden iyiye “yayınla ya da yok ol”dan daha da öteye “proje al ya da yok ol” komutu altında projesiz bir hiçe indirgenen, elinde projesiyle geçimini sağlayabilen, yüksek lisans ve doktora öğrencilerini çalıştırabilen, bulunduğu kuruma ve ülkesine böylelikle katkı değer sağlayan günümüz akademisyeninin prototipi olan “projeciler”, Avrupa’nın büyük kentlerinde pazarlarda, sokaklarda, saraylarda ve parlamentolarda fikirlerini satmaya çabalamaktaydılar. Sombart’ın proje üreticilere tarihsel kesitten verdiği örnekte, 16. yüzyıl İspanya saraylarında sıklıkla rastlanılan ve “ortalıkta yalnızca düşüncelerinin sonuçlarını bir sır gibi saklayarak dolaşan ve bunları başkalarına ancak para karşılığında veren insanlar” olarak betimlenmektedirler. 17. yüzyılda Paris’te meydanlarda cesur ve işitilmedik projelerini ve icatlarını kabul ettirmeye çalışan “görüş bildiriciler”le dolup taşmaktadır. Sombart, proje üreticilerin kapitalist zihniyetin gelişimine katkısını açıklarken, onlardaki tarihi eksikliği ve talihsizliği “etkinlik alanlarının yani iş yerlerinin olmaması” olarak ortaya koyar. Günümüzde bu etkinlik alanları eksikliği, proje kabul aldığında teknokentlerde ayrılmış ofisler ve laboratuvarlar aracılığıyla doldurulabilmektedir. Doğa bilimciler ve mühendisler daha donanımlı odalara ihtiyaç duyabilecekken, sosyal bilimcilere kabul almış projelerinde üretim araçları olarak “bilgisayarlar” çoğunlukla kafi gelmektedir.

Akademisyen, ileride satacağı emek gücünün kalitesini, yüksek lisans ve doktora yıllarında kazanacaktır. İş güvenliği elinden alınmış doktoralılar ordusu, sıklıkla adı geçen araştırıcı, araştırma görevlisi ya da ileride yükseldiklerinde “araştırma patronları”nı oluşturmaya aday olacaklardır. Zira “proje” yazmak ve ulusal sağlık enstitülerinden orduya kadar hayli prestijli devlet kurumlarından bütçe alabilmek ve böylelikle bir projeye başlayabilmek demek, iki anlama gelir:  Kısa süreli, güvencesi olamayan projeler, ve o projelerle para desteği alan profesörün (ya da araştırma patronunun), direkt üretim araçlarını yani projenin yürütülmesi için gerekli olan ekipmanı, çalışanları (doktora, yüksek lisans öğrencilerini ve doktora sonrası ücretli köleliğe devam anlamına gelen postdoktora araştırmacıları) ve elbette kendini de temin olanakları. İlginç olan, hiyerarşide en yukarıdan en aşağıya kadar insan faktörünün projeye (şirket zihniyetine) tabii olmasıdır: “Her şey proje için”! Projeden tüm bireylere kalan ise yine impact, etki faktörlerine göre bir hiyerarşiye dizilmiş “bilimsel” dergilerde yapılan / yapılmak zorunda olunan yayınlardır. Yayınların basıldıkları dergilerin etki faktörlerine göre ağırlıklandırılmış toplamı, o projede yer alan tüm ekibin cebine giren soyut kazanç anlamına gelir. Başka bir deyimle bu toplam, şirketin saygınlığının, güvenirliğinin yani bir sonraki alacağı projenin niteliğini ya da sektörde hayatta kalıp, kalamamasının doğrudan kriteri seçilmiştir. Böylelikle yapılmakta olan bilim, kontrol toplumu tarafından her şeyi ile “ölçülebilir”, patentlenip özel mülkiyetleştirilir; ve aslında zihinsel emeğin ölçülemezliğine ket vurulmuş, bilginin kamusal dolaşımı sekteye uğramış,  “immateryal" emek kendini çoğaltacak, dölleyecek imkanlardan yoksun bırakılmış olur.  Bu açıkça Marx’ın kapitalizme atfettiği üretici güçlerin gelişmesini engellemek anlamına gelir.

Söz konusu olan “bilimsel” bilgi ise, o her zaman nesnesini öteki’den alır: Fizikse madde ve enerjiden, biyolojiyse canlıdan, nörobilimse beyinden, sosyolojiyse toplumdan; tüm bunlar oyunun kuralları gereği bilimciye “dışarık”tır. O nesnelere dair ilişki biçimleri bilim için keşfedilmesi gereken yeni kıtalardır, bilimi ittirmesi arzulanan güdü de sözkonusu nesneyle arası asla kapatılamayan mesafedir.

Harfiyen tercüme edildiğinde ünvanları “bilgiseviciliğin öğreticisi” anlamına gelen PhD’li çalışanların sormaları gereken soru bizce, bir projeden bir projeye itiklenen araştırma’nın, bilimin performatifliğinin motivi olarak bilinen merak duygusuyla, antik yunanvari bilimsel keşifle olan ilintisini ne denli koruyabildiğidir?

Gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de projeyi veren kurumun (firmanın, ordunun, devletin birimlerinin, vs.) sermaye’nin başdöndürücü hızda belirlediği araştırma konularıdır. Araştırılması gereken bilimsel konu da popülerleşir, hot topic diye tabir edilen 5-10 yılda bir çalışılması gereken konular değişir, hatta bilimsel konferansların, kongrelerin konusu ve sıklığı bile bu talebe kendini uydurur. Söz konusu olan üniversitelerin, kontrol toplumunun üretim ilişkilerinin aslında idealleştirildiği, kaygan birimler haline getirilmesidir. Bundan dolayı “üniversite-sanayi işbirliği”ne karşı çıkmak iyi niyetli olsa da yersizdir; çünkü ortada bir işbirliğine gerek olmayacak şekilde üniversitenin ta kendisi üretim ilişkileri ve üretici güçleriyle birlikte yapısal olarak sanayii’den da fazla sanayileşmiştir, onun ideal haline dönüşmüştür. Bundan ötürü üniversiteleri aydınlanmanın mekanları ve akademisyenleri saygın entelektüeller olarak kutsallaştıran lafızlar, bu gerçeği bulanıklaştıran reaksiyoner “ideolojik” söylemler olmaktan öteye gidemezler.

Uzman fetişi

Çevremiz her kesimden uzmanlarla sarılı, bunların medyadan önümüze serpilenlerinin önemli bir kısmı da akademik titrleriyle vitrinlere sunuluyorlar; eğer doktoralı tasdiknameleri eksikse "bağımsız", "araştırmacı" ya da "yazar" gibi sıfatlarla karşımıza çıkıyorlar. Bu sıfatlar o kişinin size sizin bilmediğiniz bir alanda bir şeyler söyleyebileceği ehliyeti vermiş oluyor.

Onların kendilerine has dilleri var ve fakat uzmanlık alanı dışındakilere yani kamuoyuna onların anlayacağı dilden konuşarak bilgisel çıktılarını aktarmaya çalışıyorlar. Ama eninde sonunda anlaşılmayan bir şeyler yine de olmalı, bu uzman'ın gerçekten uzman olduğunu kabul edebilmemiz, onu kaale alabilmemiz için minimal enigmatik bir dil korunmalı... Böylece kamusal alanda “bilgi”, yaratıcı potansiyelden uzaklaşıp, bilginin dolaştığı mekan, bir “körler sağırlar birbirini ağırlar” ortamının ötesine gitmemekte; bilgi, siyasal ya da kurumsal (parti, sendika, üniversite yönetimi) iktidarlarının onanması ve sağlamlaşabilmesi için gerektiğinde kullanılan boş söyleme dönüşmektedir ya da daha da kötüsü medyada örneğin gazetelerin arka sayfalarında magazinel eğlence konusu olabilmektedirler. [6]

Uzmanlaşması istenen bilimciler de aynı şekilde bir takım "araştırma ilgi alanlarına" sahipler, tüm kariyer hayatlarını buna vakfetmiş görünüyorlar. Akademisyenden bugün beklenen, "kendi alanında konuşabilmesi", ama alanının dışına çıkarken dikkat etmesi… Uzmanlık fetişi, kamunun kendi içinde tartışmasını en baştan tıkıyor, kamuda bilginin şeffaflığını engelliyor ve akademisyeni toplumun bir takım şeyleri bildiğini varsaydığı bir özneye, bilirkişiye indirgiyor. Uzmanlaşmanın üretim araçlarındaki karmaşıklık nedeniyle gerekli ve zorunluluğuna itiraz etmiyoruz. Vurgulamak istediğimiz daha çok, akademisyen bir entelektüel olmayı, yani dışarıdaki nesneyle hakiki bir ilişki kurabilmeyi arzuluyorsa, spesifik alanlara daldığında, bunun zorunlu epistemolojik bir ayrışma olduğunun bilincinde olması gerektiği. Bilgi'nin fiziksel olanı kimyasal olanı biyolojik olanı diye bir şey aslen olmadığından, bilgi orada doğada bir bütün olarak mevcut olduğundan, sadece zorunlu olarak özelleşmiş bilim dallarından ve yine zorunlu olarak tarihsel duruma göre şekillenmiş bilimsel yöntemlerden bahsedebiliriz.

Bu sebeple safi uzmanlaşmanın doğurduğu, elitlikten çok uzakta bir profesyonelleşmeye dönüşmektedir artık. Gerektiği yerde para gibi kullanılan bilgi, “kariyer dışındaki hayat”ta organik bir anlam ifade etmez. Seçkin aklın yani entelektüel dehanın tikelin ötesine geçmesinin bir gerek olduğunu Schopenhauer şu cümlelerle anlatır: “Yüksek derecede yetenekli olanlar, seçkinliklerinin derecesine bağlı olarak, münferit şeylerdeki tümel (evrensel) boyutu görürler. Bu önemli ayrım en sıradan günlük objelerin sezgisel kavranışına kadar indiği ölçüde, bütün bilgi melekesine nüfuz eder; böyle bir kavrayış seçkin kafada sıradan kafadakinden farklıdır... Sanat ve bilimin peşinde olan,  başka bir deyimle, kendi için etkin olan akıl için sadece şeylerin tümellikleri, genel türleri, cinsleri, ideaları vardır... ”

Akademisyenin şirketin çalışma temposuna indirgenen güdüleri Schopenhauer’un tarif ettiği deha düşünüre atfedilen nitelikler ile çelişir. Bilgiye erişimi için genellikle şanslı ama içinde bulunduğu dinamik bakımından talihsizdir. Öyle ki akademisyen böylelikle kariyer dışı yaşamında, bir anda kolaylıkla “tek boyutlu insan”a dönüşebilmekte, bilginin hakikatle olan bütüncül bağını kuramadığından kendi yaşam pratiğinde uzman bilgisi, elde ettiği olası “saygınlık” haricinde bir işe yaramamaktadır. Çünkü uzmanlaşmış bilgi ihtiyaç duyulduğunda masaya konulan, piyasaya (medyada, bilimsel konferanslarda, bazen siyasal partilerde vs.) sunulan ama sosyal yaşam pratiğinde doğrudan ne akademisyenin ne etrafının tutumuna, reel tarz-ı siyasetine, “eğlenme” biçimine, alışveriş alışkanlığına etkide bulunamayan boş bir “etiket”ten başka bir şey olamamaktadır. Böylelikle bilgisel üretimle, onun dolaşımı arasında gerçekleşebilecek, ve tüm sistemi tehlikeye sokabilecek olası arızalar da engellenmiş olmaktadır.


Çıkarma işlemi ve kendini yadsıyan akademisyen

Bilindiği üzere proletarya, Marx’ın alfabesinde, karşısındaki efendiyle savaşmakla kalmayıp, kendini de onunla birlikte inkar ve yok edebilecek tek sınıf olarak tanımlandı... Akademisyen ise tam tersine belli ki kendinin inkarından ödü kopuyor... Akademisyenin yukarıda küçük bir resmini sunduğumuz varlık koşulları onun hakiki entelektüel olması yönünde bir engel ise de, ancak kendini şu iki temel noktada yadsıyabilirse entelektüel bir işlev görebileceği bir zemine kavuşabilir. Bunlardan birincisi Badiou’nun çıkarma işlemi dediği operasyonu kendine uygulayabilmekten geçer. Entelektüelin fenomene ulaşımı ve ona bir dil atfetmesi ancak kendi sembolik kimliklerini kendinden çıkarması ile olanaklı olabilir. Bu kimliklerin başlıcaları cinsel, ulusal, mesleki, dini, ailesel olarak sıralanabilir. Bir akademisyenden sözgelimi profesörlüğünü, erkekliğini, Türkiyeliliğini, aile babası olarak rolünü çıkardığınızda geriye ne kalıyor? Geriye kalan bütün’de yani sosyal yaşam pratiğindeki konumu (sınıfsal konum) ve çıplak bedenidir. Elindeki üretim araçlarıyla ve en temeli olan zihniyle birlikte bir ürün yaratma sürecinde akademisyen bu arda kalan bedeniyle hareket edebilmelidir. Günümüz nörobilimlerinin desteklediği üzere, bedenin hem kırılganlığı hem de çekici mükemmeliyeti ekstra bir ruha ihtiyaç duymamasından kaynaklıdır. Elbette arda kalan hem sınıfsal çelişkiler olsun, hem de “saygınlık” gösterisi gibi ruhsallıktan arınmış yaşlanmaya yüz tutmuş, tehlikelerin tam ortasında olsun, akademisyen ancak etrafında konumlandığı bedensel - sınıfsal travmatik çekirdekten korkmayıp, aksine onunla özdeşleşerek kendisini kuşatan simgesel kimliklerin dışında bir yerlerde üretime girebildiğinde, bir entelektüele dönüşme şansı bulabilir. Bu da kendini yadsımasıdır. Kendine dayatılan özelleştirilmiş tikel bilgi üretiminin reddidir. Tümeller ekseninde akıl yürütüp, üretebilmesi disiplinler arası ideolojik bir yaklaşımı da devre dışı bırakıp, “disiplin” dışı bakabilmesi ile olanaklıdır.

Entelektüel işleve yönelik önerdiğimiz ikinci nokta, birincinin doğal devamı olarak izlenebilir: Bir sultaya ya da büyük Ötekine yaslanmamak, yani kendisine geçim araçlarını temin eden ve beklenen bilgiyi dolaşıma sokmadığında performans kriterleriyle tehdit eden tüm aygıtların gölgesinden uzakta bir yerde düşünüp, eylemek.

Tolga Esat Özkurt




[1] Levent Konca, Üniversite, Kapitalizm ve Sol, Birikim, Ocak 2013. http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=905&makale=%DCniversite,%20Kapitalizm%20ve%20Sol
[2] Bkz: Foucault – Chomsky tartışması (1971), http://www.youtube.com/watch?v=myy3vL-QKI4
[3] Arthur Schopenhauer, Üniversiteler ve Felsefe, Say Yayınları, 2008, S. 41. (vurgu bana ait)
[4] ODTÜLÜ, Mart 2013, S. 10.
[5] Werner Sombart, Burjuva, Doğu Batı Yayınları, 2011, S. 52.
[6] Tübitak bunu o kadar önemsemekte ki, “Bilim insanının medya rehberi” (Hayes ve Grossman) başlıklı, akademisyenin medya ile ilişkileri için “kılavuz” olacak bir “kişisel gelişim” kitabı yayınladı.