Rasyonalistlerin
en büyük yanılgılarından biri de, insanoğlunun önündeki sorunları bir makine
gibi çözümlemeye çalıştığı zannında olmaları. Diyelim açlık
sorunu gibi, barınma ve ısınma sorunu gibi hayatta kalmasını engelleyen tüm
sorunları bir yere toplayın. Onlar bu sorunları bir “puzzle” gibi çözmeye
çabaladığını, sağduyuya uygun olanın bu olduğunu öne sürerler. (Adeta felsefe
dünyasının otistik çocuklarıdır rasyonalistler. Mantık kurallarını insan
davranış dinamiğine uydurmaya çalışırlar. Evdeki hesap çarşıya uymayınca da
şikayetlenen ağlayıp zırlayan çocuklara dönerler.)
Sonra kendinize
bir aptal gibi sorarsınız: Ama neden bunca savaş? Neden lanet olası ihanet?
Neden hiç bitmeyen öz-yıkım? Neden?
Şöyle ki: Bu
engeller gereğinden fazla temizlense, ayağımızın altı bir anda kaymaya başlar,
düşeriz. Önündeki bir hedefe en hızlı şekilde ulaşmak için çabalayan bir canlı
ya da özne düşünün. Bu denkleme göre ilk bakışta sürtünme kuvvetini ne kadar
azaltırsa, o denli başarılı bir performans sergileyecektir diye sanılacaktır
(zira hedefe o kadar yakın olacaktır). Ancak ironik olarak sürtünme kuvvetini
azalttığında kayganlık da artar ve pat diye kalça üstü yere düşer. İşte
engellerle olan ilişkimiz de aşağı yukarı böyle. Engeli kaldırınca kendimizi
boşlukta hissediyoruz. Dünya ayaklarımızın altından kayıp gidiyor. Tam bu
zamanlarda “gerçek (?)” sorunlarla çevrelenmek ve bir “işe” yaramak istiyoruz.
Düşlerimizde
pürüzsüz peri masalı gibi bir hayat vardı halbuki. Tıpkı ütopik komünizm gibi.
Bir gelse her şey çok güzel olacak ama yine de hiç gelmese daha iyi. Hayalde
kalsın, please. Gerçekte başımıza
gelse, ondan hızla kaçacağımızı biliriz, sezgisel olarak. Bu nedenle Fransız
devrimi ancak başka bir coğrafyada Almanlar için bir ilhamdı; Rus devrimi batı
Avrupalı solcular için şahaneydi. “Çok güzel” olan uzakta kaldığı sürece her
şey çok güzeldi.
“Gerçek” sorunlarla
boğuşmak istiyoruz ama çözmek istemiyoruz biz; zira böylesi bir boşluk hayal kırıklığına
dönüşüp üzerimize bir kabus gibi çökmesin de, ne olursa olsun... Bu nedenle
modern insan ağzına aşkı sakız eder ama gördüğünde ilk kaçacak olan da o’dur.
Türkülerde, şarkılarda, filmlerde, romanlarda ne kadar güzel ama başımıza
gelmez olsun!
Farkında mısınız?
Pek çok sağduyulu hikmet sahibinden (ebeveyn, uzman psikolog, doktor, papa, amca, peygamber bozuntusu vs.)
hep aynı öğütü duyuyoruz: “Hayatta bir amacın olsun evladım!” Aslında bu
çokbilmişlerin peşi sıra şunu da eklemeleri gerekirdi: “Ama sakın o amaca
ulaşayım deme!” İsa’nın yaptığını sev ama İsa’nın yaptığını sakın yapma.
İnsan yaşamının merkezinde duran “abzürd” tam anlamıyla bu noktada pis pis sırıtıyor işte. Hem
bir amacın var, hem de o amaca ulaşmak aslında kabusların en büyüğü. Bir engel,
bir leke, bir bozukluk, bir zehir gerek ama çok fazla da değil. Bu nedenle
insanlar pisliği tercih ederler. Çünkü mikropsuz bir ortamda çok fazla
duramayacaklarını bilirler.
Yine bu nedenle
aslında bilincimiz amaca ulaşmaya çalıştığını sanıyor, ama bir yandan da
bilinçdışında kendimize olur olmaz çelmeler takıyoruz. Düşüp düşüp yine aynı
yere yönlendiriyoruz kendimizi (Bkz: Freud, yineleme zorlantısı). Ta ki bir
sonraki çelmeye kadar. Böylesine saçma bir trajedimiz var. Memnuniyet amaca
ulaşmak olamaz. Memnuniyet asla ulaşılamayacak bir amacı olmaklıktır sadece.
Ama bunu fark ettiğinde, bu saçma illüzyonu fark ettiğinde, amacı nasıl
belirleyeceksin? Bilinçdışın bilincine gümlediğinde ne yapacaksın? Orada kasılacaksın,
olduğun yerde donacaksın. Büyük felaket, dedikleri bu. Hadi kandır kendini
kandırabilirsen. Zor.
Bu trajik yazgı,
bizi şu anki yapay zeka algoritmalarından da basbayağı ayırıyor. Çünkü en genel
anlamıyla bilgisayarlar amacı gerçekleştirmek üzere programlanırlar. Biz ise
amacı geciktiriyoruz. Zenon paradoksundaki kaplumbağayı asla yakalayamayacak Aşil
gibi... Hem de kasıtlı olarak ama kasıtsızmış gibi yaparak. Acı çekmek bu
nedenle aptalca bir eylem, ama aynı zamanda insanca bir eylem, çünkü hayatta
tutuyor bizi. Azar azar öldürerek de olsa, öyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder