11.01.2013

hayat denen rüya


There was no answer, except the general answer life gives to all the most complex and insoluble questions. That answer is one must live for the needs of the day, in other words, become oblivious. To become oblivious in dreams was impossible now, at least till night-time; it was impossible to return to that music sang by carafe-women; and so one had to become oblivious in the dream of life.

Hiç bir yanıt yoktu, hayatın kompleks ve çözümsüz sorunlara verdiği o yanıt haricinde… O yanıt, günü olduğu gibi yaşamaktı, başka bir deyimle, kayıtsız kalmaktı. Rüyaya dalıp kayıtsız kalmak henüz imkansızdı, en azından gece gelene kadar böyle; şarap sürahili kadınların söyledikleri şarkılara dönmek imkansızdı; öyleyse elde tek çare hayat denen rüyada kayıtsız kalabilmekteydi.

Leo Tolstoy, Anna Karenina  

6.01.2013

Madde ve Mana’ya dair - I


Saffet Murat Tura’nın Madde ve Mana’sını bir kez daha okumaktayım ve kitabın sonlarına yaklaştım. Burada sadece kitaba dair düşüncelerimi hızlı şekilde aktaracağım. Bu nedenle yazdıklarım kitabı değerlendirmek yönünde düşülmüş ilk elden notlar olarak anlaşılmalı ve içindeki yazım ve bazı muhtemel kusurlar hoşgörülmeli.

İlk okumamdan beri ikna olduğum temel tez “mananın maddeye içkin bir özellik olduğu” özellikle biyolojik evrim dikkate alındığında gayet makul geldi. (Bu tezin önceden başkası tarafından bu açıklıkta formüle edilip, edilmediğini bilmiyorum.) Bu önceden alışkın olduğum ve farkında olmadan a priori kabul ettiğim (ve doğrusu sorgulamadığım) tüm evrenin aslında anlamsız olduğu ve biz’im ona bu anlamı kattığımız (insan merkezli) fikrini kökten yıkıcı elbette... Farkında olmadan da olsa mana dediğim anda aklıma insan’ın gelmesi aslında bendeki “varoluşçu” kabullerle ilgili. Biraz Schopenhauer, Sartre ve dolayısıyla Husserl etkisi diyelim biz buna.

Tabii önceden de dediğim gibi Saffet Tura’nın kitapta vurguladığı teze çok benzer şekilde, yeni zamanlarda ortaya çıkan Meillassoux gibi “ilinticilik”i  (özne-nesne ilintisini) reddeden ontolojiler de aslında benzer bir özne-nesne ikilemini reddedip, nesne-temelli bir düzlemde yükseliyorlar.

Saffet Tura mana’nın varlığını nesne’ye yerleştirmesi (mananın anlamına yaptığı metafiziksel operasyonla - kaydırmayla) basit gibi görünse de, sadece benim gibi varoluşçuların değil varoluşçu olsun olmasın tipik indirgemeci materyalistlerin hemen öyle kabullenemeyeceği bir şey. Bu dediğimi test etmek için birkaç gün önce 2 deneyimli ve birikimli felsefeciyle yemek yerken kitap’tan bahsettim. İkisi de kitaptan bihaberdi ve “mana nesnenin kendisinden kaynaklı” diyince, bu duruma şiddetle itiraz ettiler.  İkisi birden büyük bir hiddetle bu tez’in tamamen saçmalık olduğunu, zira “bilgi”nin ve anlam’ın dışarıda değil, insan tarafından nesneye yüklenilen dilsel-zihinsel birşey olduğu bilindik tezini materyalizmi savunmak adına yinelediler. Hocalardan biri “eğer dediğin gibi olsaydı, üniversiteye gerek kalmazdı, bilgi’yi nesneden direkt alırdın” dedi mesela... (Böylelikle dışarıda aslında bilgi diye birşey olmadığını, ancak insanın dışarıya eklenmesiyle bilginin ortaya çıktığını ima ediyordu)

Bilgi’yi dışarıdan “direkt” almak diye birşey olmadığını o da biliyor olmalıydı halbuki. Zaten görme ya da duyma gibi “algıları”da direkt birşey değil ki... Arada göz sinirlerinin uyarımından, beyne giden ve “hızlı” da olsa bir sürü nöral operasyonun gerçekleştiği ,gayet kompleks bir süreç “görme” olayı... Felsefecinin “direkt” demesi belli ki “hız”dan kaynaklı bir yanılsamaydı. Evet nesneye baktığımız anda ondaki tüm bilgiyi hemen algılayamayız. Kartezyen bakış açısının kusuru bu yorumdan da şap diye gün yüzüne çıkıyor aslında: Bilgi bile bizim için var! Biz kitap okuyoruz, didinip duruyoruz ve nesne ile etkileşime geçerek, örneğin yaptığımız deneyler ve bilimsel birikim sayesinden bir tür “bilgi” ediniyoruz. Bu noktadan bakan hoca, Shannon’un bilgi teorisinin de aslında bu noktada problemli olduğunu söyledi!

Halbuki bilgi de anlam gibi şey’de “varolan”dır (ona içkindir); ve biz bu bilgiyi kitapta da belirtildiği üzere “belirtik” kılarız sadece. Dolayısıyla insan’ın edindiği bilgi “türev bilgi”dir. Bunu felsefecilere kabul ettirmek mümkün olmadı tabii; çok kızdılar bu teze.

Hız ve dolayımsızlık arasında ciddi bir kavramsal fark var. Diyelim ki nesneye baktığımızda elimizdeki teknolojiyi kullanarak, o nesnenin i-phone gibi bir aletle resmini çektik, görsel bir arama motoru ile imgeden onun kavramsal statüsünü belirledik, ve Vikipedi gibi bir veritabanından da nesneye dair bilgi edinmeyi başardık. Elimizdeki mobil alet nesneye tutulduğunda (ulaştığımız teknoloji sayesinde bugün bile) çok hızlı bir şekilde “bilgi”yi bize yansıtabilir. Aslında kullandığımız ara alet sayesinde nesne’nin bilgisine erişebiliriz. (Hatırlarsanız, bu tarz bir bilgiye ulaşımı filmlerde izlemiştik: Robokop ve Terminatör nesneye ve yine bir nesne olan insana bakarak becerebiliyorlardı, onunla ilgili tüm bilgiyi pat diye algılıyorlardı.) Burada görme işleminden çok da farklı bir işlemden bahsetmedik. Sadece insanın evrim basamağının yetersiz kaldığı birşeyi ara bir “alet”le (mesela elektronik aletle, dalgalarla ve uyduyla) destekledik. Yani aslında ne görme ne de bilgi edinme Kartezyen materyalistlerin sandığı gibi “dolayımsız” değildir. Eğer biri itiraz edip “ama sen insana ek olarak bir de alet kullandın” derse, insanın da aslında eni sonu doğada bir “alet” olduğu olgusunu tersyüz etmiş olur. İnsanın ontolojik statüsünü ayrıcalıklı bir konum olarak düşünmek, düpedüz Kartezyenizm olmakla birlikte, aynı zamanda materyalizm’in temel kabullerinin inkarı anlamına gelir.

Dolayısıyla “manasız doğa kabulünde ısrar” etmek suretiyle sıkı materyalist olduklarını sanan felsefeciler gayet de idealist bir önkabule (kartezyen zihin-beden ikiliğine) dayanmaktadırlar.

Yine de kitapta bazı tezlerle ilgili ciddi çekincelerim var. Bunlardan biri Althusser ve dolayısyla Bachelard’dan kotarılan “öznesiz” sürecin öznesizliği ile ilgili problemler. İkincisi rasyonaliteyi tanımlarken maksada uygunluk “esas” alındığında sürekli bir bütünleme kaygısından doğan sentez’e ve dolayısıyla kapalı bir varlık alanı oluşturmaya dair problemler. Burada problemler öyle bir hal alıyor ki Tura kitabın son kısımlarına doğru kelimelerin anlamını iptal edeceğim derken, yanlarına “yıldız” işareti koyacak abzürdlüklere varabiliyor. Halbuki dildeki her sözcük ya da kavram zaten kendi doğasında bir yıldız işaretini (örtük olarak) yanında taşır. Bu mevzularla ilgili yorumlarımı sonraki post’larda yapacağım.