Çeşitliliğin sizi
hiç korkuttuğu oldu mu? Doğayı bir kenara bırakalım, tiplemeler bile öyle: Dedikoducu
insanlar, içinden ne geçtiğini yüz kıvrımlarından bile anlayamayacağınız ketumlukta
olanlar, işinden başka bir şeyi önemsemeyenler, gündelik rutinin bir detay
görüp hayatta hep bilinmez bir arayış içinde olanlar, banaller, uçarılar,
utanmazlar, ikiyüzlüler, erdemliler... Hiç bitmeyecek gibi görülen bizdeki şu farklılık
nasıl tek bir tözden fışkırabilir?
Bu soruyu sormaya
ne zaman başladım? Muhtemelen beni hasta eden sorulardan sadece biri bu;
çevremde bu denli manyak az insan tanıyorum. Sıkıcı buluyor herkes bu
soruları. En yakınımdaki arkadaşlarım, entelektüel yoldaşlarımın pek çoğu
bile... Belki hiç düzelmeyecek bir hastalık bu. Ama bir kez hasta olduktan
sonra tedavi – paradoksal olarak – yine
o sorularla zihnin meşgale olmasıyla bir nebze de olsa mümkün. Derdin derman
olması misali.
Henüz on bir
yaşında bir ilkokul öğrencisiyken, benden on yaş kadar büyüğüm bir kuzenim – ağır
bir işkenceden çıktıktan sonra yeniden alırlar korkusuyla akrabaları geziniyordu.
Ne zaman polise dair bir şüphe belirse içinden, hemen gideceği evi
değiştirirdi. Yüzüne çok yakışan bıyıkları vardı; uzun ve ince bir adamdı. Bizim
evde kaldığı zamanlar geliyor gözümün önüne... Çok severdim kendisini. Birlikte
bir gün o kimselerin giremediği ıssız “misafir odasında” (artık öyle bir şey
kalmadı sanırım) top oynarken vazoyu kırmıştım. Annem gelince, suçu üstüne
alacak, sonra tutkalla o vazoyu tamire yeltenecek kadar yüce gönüllü bir
adamdı. Ya da ben eve gelirken kedi taklidi yaparak beni korkuturdu. Kedilerden
korkardım. Esprili bir adamdı. Saz çalardı. Livaneli’nin “Kan Çiçekleri”ni ilk
kez onun bağlamasından dinlediğimi ve o ritmik girişin beni büyülediğini
hatırlıyorum.
O zamanlar ben
gazetelere pek meraklıydım. Babama işten hediye gelen o meşhur ajandalara gazetelerden
seçtiğim yazıları kopyalar, meşhur politik simaların (İnönü, Özal, Demirel vs.)
çizimlerini yapardım. Tüm evren sanki o gazetelerdeki yazılardan ibaretti benim
için. Bir de bulmaca eklerine meraklıydım. Haftasonları verilen bulmaca
eklerinin özel bir yeri vardı; iple çekerdim. Devrimci kuzenim bir gün, “o
gazetelerde yazan her şeye inanma; gerçekleri yazmıyor olabilirler” dedi. “Gerçekler
başka nerde olabilir ki” diye sorduğumda “bilmem, belki dergilerdedir” diye
cevapladı. Dergiler sözü kafamı karıştırmıştı. Hangi dergilerdi bunlar? O tabii
bana yansıyandan çok farklı bir şeyi kastetmişti. Bugün benim bu cümleden bu
denli etkilendiğimi dahi bilmiyor. Bahsettiğimde de, hatırlamadı bu
diyalogumuzu. Ama o farkında bile olmasa da, gerçeğin gazetelerin dışında bir
yerde olabileceğini söylemesi dumura uğratmıştı beni. Ya dergilerde de mevcut
değilse? Neredeydi bu ele avuca sığmaz gerçek?
Bende işlenmiş
hakikat mefhumunun dönüm noktası olarak bu basit diyalogu sayarım. Sonrasında
bir vebalı gibi gördüğüm her olguya önce çok inandım; roman karakterleriyle,
yazarlarıyla, düşünürlerle, yüce ötekilerle özdeşleştim; ama çok geçmeden
reddettim onları. Gerçek onlarda da olmayabilirdi. Şüpheci, isterik ve heretik bir
inançlıydım artık. İnanıp, inandığımı unutup, yeniden inanacağım akıl almaz bir
döngüye girişim bu cümleyle başlamış olmalı...
Başa dönersek; çevremdeki bunca farklılığın birçok insana doğal gelirken, benim bazı zamanlar herkesin rahatlıkla bindiği o spontan bisikletten düşüşüm biraz bundandır. Çünkü aklıma ansızın o virüs girer ve cevabı imkansız soruyu ısrarla sordurur: “Sen kimsin, bunlar da kim, ne işin var burada, hakikatte kimiz biz ve varolmaktaki bu ısrar niye?” Bunlar doğal olarak pek çoğunuza saçma gelecektir, “bin şu bisiklete de yürü git diyeceksinizdir” haklı olarak. “Keyfini çıkar, işte!” Fakat bu soruların verdiği patolojik “keyfi” anlamayacaksınız büyük ihtimalle.
---
Sonradan düşülen not: Bu yazıyı yazdıktan birkaç gün sonra Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ının 16. maddesinde şöyle bir cümle ile karşılaştım: "Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik gibidir."
Başa dönersek; çevremdeki bunca farklılığın birçok insana doğal gelirken, benim bazı zamanlar herkesin rahatlıkla bindiği o spontan bisikletten düşüşüm biraz bundandır. Çünkü aklıma ansızın o virüs girer ve cevabı imkansız soruyu ısrarla sordurur: “Sen kimsin, bunlar da kim, ne işin var burada, hakikatte kimiz biz ve varolmaktaki bu ısrar niye?” Bunlar doğal olarak pek çoğunuza saçma gelecektir, “bin şu bisiklete de yürü git diyeceksinizdir” haklı olarak. “Keyfini çıkar, işte!” Fakat bu soruların verdiği patolojik “keyfi” anlamayacaksınız büyük ihtimalle.
---
Sonradan düşülen not: Bu yazıyı yazdıktan birkaç gün sonra Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ının 16. maddesinde şöyle bir cümle ile karşılaştım: "Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik gibidir."