Levent Konca’nın
“Üniversite, Kapitalizm ve Sol” başlıklı
yazısı [1]
kanımca korunması gereken bir mekan’dan, kendisi ile mücadele edilmesi gerekli
bir alana doğru bir algınının gerekliliğinin yerinde olarak altını çizdi.
Böylesi bir algının verilen mücadelenin aktörleri açısından önemini vurgulamak
için Foucault’nun şu cümleleri yeterli olmalı: “Şu an önümüzde duran günümüz toplumuza yönelik en önemli politik
görev, kurumların işlevlerini, bilhassa nötr ve bağımsız gibi görünen
kurumların işlevlerini eleştirmek ve onlara saldırmaktır. Siyasal şiddet tam da onlar aracılığıyla
muğlaklaştırılmış biçimde taşındığından, bu perdelerini indirmek niyetiyle
saldırmaktır.” [2]
Bu yazı benzer
bir amaca yönelik olarak üniversitenin akademik temelde çalışan tepedeki
birimleri yani “öğretim üyeleri”ni hedefine alıyor. Anti-akademi söylemlerinin
bir kısmında dillendirilen “elitizm” yaftasının aslında doğru bir etiketlendirme
olmadığını, yapılan bu türden suçlamaların tam tersine akademisyen özelinde
sorunun onda entelektüel elitizmi taşıyabilecek soyluluğun yoksunluğu
olabileceği teziyle yola çıkıyoruz.
Geçim kaynağı ve entelektüel saygınlık
Akademisyen
kimliğini entelektüel’le aynı kefede görmenin sorunlarını sıralamazdan önce,
yazıda geçen “entelektüel” tanımının dışarıdaki hakikat’le mümkün olduğu kadar
dolayımsız ilişkide bulunabilen ve bu doğrultuda çıkarım yapabilen kişiler olarak
varsayıyoruz. Entelektüel’e, Benda gibi düşünürler tarafından atfedilen siyasi
ihtiraslardan uzak münzevi ahlaki sorumluluklar ya da Said, Şeriati, Chomsky ve
Sartre gibi düşünürler tarafından birincisinin tersine yüklenilen toplumsal
siyasal sorumluluklar gibi endişelerden uzak bir tanımı bu yazıda ileri sürüyoruz.
Biz akademisyenin konumunu belirlerken, varsayımımızı basitçe entelektüelin “dışarıdaki hakikat’le mümkün olduğu kadar
dolayımsız ilişkide bulunabilen ve bu temelde çıkarımda bulunabilen kişiler”
olarak koymakla yetiniyoruz. Bu tarz bir düşünsel üretim sonrası, bu üretimin
kamuoyuna nasıl bir siyasi tutumla aktarıldığı kanımızca ikincil bir ahlaki
sorundur. Nesnelere “ne”lik sorusuyla yaklaşma becerisi gösterebilen
entelektüel zaten o ikincil ahlaki sorumlulukla yüzleşme durumuna zorunlu
olarak geçecektir. Bu noktada nasıl ahlaki seçimler yapabilir tartışmasını bir
kenara itip, akademisyenin bulunduğu mevcut üretim ilişkileri ağının içindeki
konumunu esas almak istiyoruz.
Akademisyenin,
dıştaki bilgiye erişim olanakları bakımından mesleki durumundan kaynaklı bir
ayrıcalık sahibi olduğu gerçeği ile birlikte o bilgi’ye hakikat ekseninden
yaklaşımında doğasından kaynaklı büyük handikapları da var. Meta olarak bilginin
üretim aracı ve üretim çıktısı olarak kazandığı hegemonik konumla birlikte günümüz
geç kapitalist toplumlarında bu handikaplar büyüdüyse de, söz gelimi iki yüzyıl
önce dahi akademisyenin ideolojik konumundaki ontolojik çarpıklık halihazırda mevcuttu.
Schopenhauer’un felsefecileri konu ettiği bir metindeki şu sözleri tüm
akademisyenler için geçerli kabul edebiliriz: “Etkinlik alanları daraltılmış olan üniversite profesörleri hallerinden
gayet memnundurlar, çünkü onların asıl peşinde oldukları şey kendileri,
karıları ve çocukları için güvenli, mütevazı bir geçim kaynağı elde etmek ve ayrıca halk nazarında belli bir saygınlığın tadını çıkarmaktır.” [3] Bu cümlede akademisyenin hem kendi geçimini
sağlayan bir işçi olduğu; hem de kamuoyuna “saygın” bir görüntü sunabildiği
gerçeğinin altını çizmek gerekir. Kendi geçimini sağlaması, günün bilgisel meta
üretimi koşullarından bağımsız olmadığını, o koşullara sıkı sıkıya bağlı
olduğunu işaret eder. Akademisyenin önüne konulmuş başka bir zevkli görev de toplum
önünde entelektüel saygınlığı taşımak durumudur. Fakat tikel bilginin dolaşıma
sokulup, özel mülkiyete çevrilmesinde rol oynamak durumunda olan bir mesleğin,
bu saygınlığı en azından eğer hakikatle kurulan ilişki varsayımında
değerlendirirsek sürdürebilmesi bir çelişkidir. Bu çelişkiyi dışavurmaksızın
titrine yaslanarak entelektüel poz veren akademisyeni, pek tabii olarak Oscar
Wilde’in ünlü roman karakteri Dorian Gray’e benzetebiliriz. Narsistik yakışıklı
Dorian Gray, güzelliğini ve gençliğini kaybetmekten ölesiye korktuğundan
yapılmış yağlıboya portresi önünde "eğer
bu tablo benim yerime yaşlansaydı, ve ben hep aynı kalsaydım, ruhumu satmaktan
çekinmezdim" der. Romanda olağanüstü bir şekilde Dorian'ın dileği
kabul görür, ve karakterin sonrasındaki olay dizgisinde şahit olduğumuz tüm
şeytani eylemleri ve yaşlanma belirtileri portrede dışa vururken, onun fiziksel
vücudu diri, kendisi hep genç kalır. Dorian foyasının açığa çıkmasını
engellemek için "yaşlanan ve çirkinleşen" tablosunu tavan arasına
saklar.
Günün
akademisyenini Dorian Gray karakterinde ete kemiğe bürünmüş olarak bulabiliriz.
Ruhlarını sermayeye ve onun güdülerine teslim etmiş, bu yolda güvenle
adımlarını atarken; yüzlerinde ve ifadelerinde namuslu aydın - bilim insanı
havalarını eksik etmemektedirler. Schopenhauer’un sözlerini akılda tutarak,
birinci kısım “geçimlerini sağlarken yapılması zorunlu eylemler” iken, ikincisi
tam da “saygın konum”u korumaya denk düşmektedir. Bizce artık Dr. Gray’in tavan
arasında sakladığı resmini gün yüzüne çıkarabilmekte çekinilmemelidir.
Son zamanlarda
sıklıkla medyada ön planda şahit olduğumuz, orantısız şiddetlerin hedefleri
haline gelmiş ODTÜ gibi üniversitelerin üretimdeki işlevini örneğin aynı
üniversitenin rektörünün, bir açılışta öğretim üyelerine sarfettiği şu
sözlerden rahatlıkla okumamız mümkündür:
“Üniversitemiz giderek artan bir rekabet ortamı içinde, uluslararası başarılarını
sürdürmek ve toplumumuzun artan beklentilerinin üzerine çıkmak için sürekli
olarak ‘daha iyi’yi yapmak zorundadır.” [4]
Bu cümleden üniversite sözcüğünü çıkarıp “şirket”i koyduğumuzda, anlamın hiç de
yadırgatıcı olmadığı açıktır. O zaman şirketin sürdürülmesi görevini en önde
üstlenen akademisyenlerin konumuna dikkat kesilelim.
Proje çalışanı ve doktoralılar ordusu
“Proje
anlatıcıları”, Sombart [5]
tarafından burjuva zihniyet karakterize edilirken “zihinsel yönteme başvurarak
zenginleşme” başlığı altında anılır. Günümüzde iyiden iyiye “yayınla ya da yok
ol”dan daha da öteye “proje al ya da yok ol” komutu altında projesiz bir hiçe
indirgenen, elinde projesiyle geçimini sağlayabilen, yüksek lisans ve doktora
öğrencilerini çalıştırabilen, bulunduğu kuruma ve ülkesine böylelikle katkı değer
sağlayan günümüz akademisyeninin prototipi olan “projeciler”, Avrupa’nın büyük
kentlerinde pazarlarda, sokaklarda, saraylarda ve parlamentolarda fikirlerini
satmaya çabalamaktaydılar. Sombart’ın proje üreticilere tarihsel kesitten
verdiği örnekte, 16. yüzyıl İspanya saraylarında sıklıkla rastlanılan ve
“ortalıkta yalnızca düşüncelerinin sonuçlarını bir sır gibi saklayarak dolaşan
ve bunları başkalarına ancak para karşılığında veren insanlar” olarak
betimlenmektedirler. 17. yüzyılda Paris’te meydanlarda cesur ve işitilmedik
projelerini ve icatlarını kabul ettirmeye çalışan “görüş bildiriciler”le dolup
taşmaktadır. Sombart, proje üreticilerin kapitalist zihniyetin gelişimine
katkısını açıklarken, onlardaki tarihi eksikliği ve talihsizliği “etkinlik
alanlarının yani iş yerlerinin olmaması” olarak ortaya koyar. Günümüzde bu
etkinlik alanları eksikliği, proje kabul aldığında teknokentlerde ayrılmış
ofisler ve laboratuvarlar aracılığıyla doldurulabilmektedir. Doğa bilimciler ve
mühendisler daha donanımlı odalara ihtiyaç duyabilecekken, sosyal bilimcilere
kabul almış projelerinde üretim araçları olarak “bilgisayarlar” çoğunlukla kafi
gelmektedir.
Akademisyen,
ileride satacağı emek gücünün kalitesini, yüksek lisans ve doktora yıllarında
kazanacaktır. İş güvenliği elinden alınmış doktoralılar ordusu, sıklıkla adı
geçen araştırıcı, araştırma görevlisi ya da ileride yükseldiklerinde “araştırma
patronları”nı oluşturmaya aday olacaklardır. Zira “proje” yazmak ve ulusal
sağlık enstitülerinden orduya kadar hayli prestijli devlet kurumlarından bütçe
alabilmek ve böylelikle bir projeye başlayabilmek demek, iki anlama gelir: Kısa süreli, güvencesi olamayan projeler, ve
o projelerle para desteği alan profesörün (ya da araştırma patronunun), direkt
üretim araçlarını yani projenin yürütülmesi için gerekli olan ekipmanı, çalışanları
(doktora, yüksek lisans öğrencilerini ve doktora sonrası ücretli köleliğe devam
anlamına gelen postdoktora araştırmacıları) ve elbette kendini de temin
olanakları. İlginç olan, hiyerarşide en yukarıdan en aşağıya kadar insan
faktörünün projeye (şirket zihniyetine) tabii olmasıdır: “Her şey proje için”!
Projeden tüm bireylere kalan ise yine impact,
etki faktörlerine göre bir hiyerarşiye dizilmiş “bilimsel” dergilerde yapılan /
yapılmak zorunda olunan yayınlardır. Yayınların basıldıkları dergilerin etki
faktörlerine göre ağırlıklandırılmış toplamı, o projede yer alan tüm ekibin
cebine giren soyut kazanç anlamına gelir. Başka bir deyimle bu toplam, şirketin
saygınlığının, güvenirliğinin yani bir sonraki alacağı projenin niteliğini ya
da sektörde hayatta kalıp, kalamamasının doğrudan kriteri seçilmiştir.
Böylelikle yapılmakta olan bilim, kontrol toplumu tarafından her şeyi ile
“ölçülebilir”, patentlenip özel mülkiyetleştirilir; ve aslında zihinsel emeğin
ölçülemezliğine ket vurulmuş, bilginin kamusal dolaşımı sekteye uğramış, “immateryal" emek kendini çoğaltacak,
dölleyecek imkanlardan yoksun bırakılmış olur. Bu açıkça Marx’ın kapitalizme atfettiği
üretici güçlerin gelişmesini engellemek anlamına gelir.
Söz konusu olan “bilimsel”
bilgi ise, o her zaman nesnesini öteki’den alır: Fizikse madde ve enerjiden,
biyolojiyse canlıdan, nörobilimse beyinden, sosyolojiyse toplumdan; tüm bunlar
oyunun kuralları gereği bilimciye “dışarık”tır. O nesnelere dair ilişki
biçimleri bilim için keşfedilmesi gereken yeni kıtalardır, bilimi ittirmesi
arzulanan güdü de sözkonusu nesneyle arası asla kapatılamayan mesafedir.
Harfiyen tercüme
edildiğinde ünvanları “bilgiseviciliğin öğreticisi” anlamına gelen PhD’li
çalışanların sormaları gereken soru bizce, bir projeden bir projeye itiklenen araştırma’nın,
bilimin performatifliğinin motivi olarak bilinen merak duygusuyla, antik yunanvari
bilimsel keşifle olan ilintisini ne denli koruyabildiğidir?
Gözden
kaçırılmaması gereken noktalardan biri de projeyi veren kurumun (firmanın,
ordunun, devletin birimlerinin, vs.) sermaye’nin başdöndürücü hızda belirlediği
araştırma konularıdır. Araştırılması gereken bilimsel konu da popülerleşir, hot topic diye tabir edilen 5-10 yılda
bir çalışılması gereken konular değişir, hatta bilimsel konferansların,
kongrelerin konusu ve sıklığı bile bu talebe kendini uydurur. Söz konusu olan
üniversitelerin, kontrol toplumunun üretim ilişkilerinin aslında
idealleştirildiği, kaygan birimler haline getirilmesidir. Bundan dolayı
“üniversite-sanayi işbirliği”ne karşı çıkmak iyi niyetli olsa da yersizdir;
çünkü ortada bir işbirliğine gerek olmayacak şekilde üniversitenin ta kendisi
üretim ilişkileri ve üretici güçleriyle birlikte yapısal olarak sanayii’den da
fazla sanayileşmiştir, onun ideal haline dönüşmüştür. Bundan ötürü üniversiteleri
aydınlanmanın mekanları ve akademisyenleri saygın entelektüeller olarak kutsallaştıran
lafızlar, bu gerçeği bulanıklaştıran reaksiyoner “ideolojik” söylemler olmaktan
öteye gidemezler.
Uzman fetişi
Çevremiz her
kesimden uzmanlarla sarılı, bunların medyadan önümüze serpilenlerinin önemli
bir kısmı da akademik titrleriyle vitrinlere sunuluyorlar; eğer doktoralı
tasdiknameleri eksikse "bağımsız", "araştırmacı" ya da
"yazar" gibi sıfatlarla karşımıza çıkıyorlar. Bu sıfatlar o kişinin
size sizin bilmediğiniz bir alanda bir şeyler söyleyebileceği ehliyeti vermiş
oluyor.
Onların kendilerine
has dilleri var ve fakat uzmanlık alanı dışındakilere yani kamuoyuna onların anlayacağı dilden konuşarak bilgisel
çıktılarını aktarmaya çalışıyorlar. Ama eninde sonunda anlaşılmayan bir şeyler yine de olmalı, bu uzman'ın gerçekten uzman
olduğunu kabul edebilmemiz, onu kaale alabilmemiz için minimal enigmatik bir
dil korunmalı... Böylece kamusal alanda “bilgi”, yaratıcı potansiyelden
uzaklaşıp, bilginin dolaştığı mekan, bir “körler sağırlar birbirini ağırlar” ortamının
ötesine gitmemekte; bilgi, siyasal ya da kurumsal (parti, sendika, üniversite
yönetimi) iktidarlarının onanması ve sağlamlaşabilmesi için gerektiğinde
kullanılan boş söyleme dönüşmektedir ya da daha da kötüsü medyada örneğin
gazetelerin arka sayfalarında magazinel eğlence konusu olabilmektedirler. [6]
Uzmanlaşması
istenen bilimciler de aynı şekilde bir takım "araştırma ilgi
alanlarına" sahipler, tüm kariyer hayatlarını buna vakfetmiş görünüyorlar.
Akademisyenden bugün beklenen, "kendi alanında konuşabilmesi", ama
alanının dışına çıkarken dikkat etmesi… Uzmanlık fetişi, kamunun kendi içinde
tartışmasını en baştan tıkıyor, kamuda bilginin şeffaflığını engelliyor ve
akademisyeni toplumun bir takım şeyleri bildiğini varsaydığı bir özneye,
bilirkişiye indirgiyor. Uzmanlaşmanın üretim araçlarındaki karmaşıklık
nedeniyle gerekli ve zorunluluğuna itiraz etmiyoruz. Vurgulamak istediğimiz
daha çok, akademisyen bir entelektüel olmayı, yani dışarıdaki nesneyle hakiki
bir ilişki kurabilmeyi arzuluyorsa, spesifik alanlara daldığında, bunun zorunlu
epistemolojik bir ayrışma olduğunun bilincinde olması gerektiği. Bilgi'nin
fiziksel olanı kimyasal olanı biyolojik olanı diye bir şey aslen olmadığından,
bilgi orada doğada bir bütün olarak mevcut olduğundan, sadece zorunlu olarak
özelleşmiş bilim dallarından ve yine zorunlu olarak tarihsel duruma göre
şekillenmiş bilimsel yöntemlerden bahsedebiliriz.
Bu sebeple safi
uzmanlaşmanın doğurduğu, elitlikten çok uzakta bir profesyonelleşmeye
dönüşmektedir artık. Gerektiği yerde para gibi kullanılan bilgi, “kariyer
dışındaki hayat”ta organik bir anlam ifade etmez. Seçkin aklın yani entelektüel
dehanın tikelin ötesine geçmesinin bir gerek olduğunu Schopenhauer şu
cümlelerle anlatır: “Yüksek derecede
yetenekli olanlar, seçkinliklerinin derecesine bağlı olarak, münferit
şeylerdeki tümel (evrensel) boyutu görürler. Bu önemli ayrım en sıradan günlük
objelerin sezgisel kavranışına kadar indiği ölçüde, bütün bilgi melekesine
nüfuz eder; böyle bir kavrayış seçkin kafada sıradan kafadakinden farklıdır...
Sanat ve bilimin peşinde olan, başka bir
deyimle, kendi için etkin olan akıl için sadece şeylerin tümellikleri, genel
türleri, cinsleri, ideaları vardır... ”
Akademisyenin
şirketin çalışma temposuna indirgenen güdüleri Schopenhauer’un tarif ettiği
deha düşünüre atfedilen nitelikler ile çelişir. Bilgiye erişimi için genellikle
şanslı ama içinde bulunduğu dinamik bakımından talihsizdir. Öyle ki akademisyen
böylelikle kariyer dışı yaşamında, bir anda kolaylıkla “tek boyutlu insan”a
dönüşebilmekte, bilginin hakikatle olan bütüncül bağını kuramadığından kendi
yaşam pratiğinde uzman bilgisi, elde ettiği olası “saygınlık” haricinde bir işe
yaramamaktadır. Çünkü uzmanlaşmış bilgi ihtiyaç duyulduğunda masaya konulan,
piyasaya (medyada, bilimsel konferanslarda, bazen siyasal partilerde vs.)
sunulan ama sosyal yaşam pratiğinde doğrudan ne akademisyenin ne etrafının
tutumuna, reel tarz-ı siyasetine, “eğlenme” biçimine, alışveriş alışkanlığına
etkide bulunamayan boş bir “etiket”ten başka bir şey olamamaktadır. Böylelikle
bilgisel üretimle, onun dolaşımı arasında gerçekleşebilecek, ve tüm sistemi
tehlikeye sokabilecek olası arızalar da engellenmiş olmaktadır.
Çıkarma işlemi ve kendini yadsıyan akademisyen
Bilindiği üzere
proletarya, Marx’ın alfabesinde, karşısındaki efendiyle savaşmakla kalmayıp,
kendini de onunla birlikte inkar ve yok edebilecek tek sınıf olarak tanımlandı...
Akademisyen ise tam tersine belli ki kendinin inkarından ödü kopuyor... Akademisyenin
yukarıda küçük bir resmini sunduğumuz varlık koşulları onun hakiki entelektüel
olması yönünde bir engel ise de, ancak kendini şu iki temel noktada
yadsıyabilirse entelektüel bir işlev görebileceği bir zemine kavuşabilir.
Bunlardan birincisi Badiou’nun çıkarma işlemi dediği operasyonu kendine
uygulayabilmekten geçer. Entelektüelin fenomene ulaşımı ve ona bir dil
atfetmesi ancak kendi sembolik kimliklerini kendinden çıkarması ile olanaklı
olabilir. Bu kimliklerin başlıcaları cinsel, ulusal, mesleki, dini, ailesel
olarak sıralanabilir. Bir akademisyenden sözgelimi profesörlüğünü, erkekliğini,
Türkiyeliliğini, aile babası olarak rolünü çıkardığınızda geriye ne kalıyor?
Geriye kalan bütün’de yani sosyal
yaşam pratiğindeki konumu (sınıfsal konum) ve çıplak bedenidir. Elindeki üretim
araçlarıyla ve en temeli olan zihniyle birlikte bir ürün yaratma sürecinde
akademisyen bu arda kalan bedeniyle hareket edebilmelidir. Günümüz
nörobilimlerinin desteklediği üzere, bedenin hem kırılganlığı hem de çekici
mükemmeliyeti ekstra bir ruha ihtiyaç duymamasından kaynaklıdır. Elbette arda
kalan hem sınıfsal çelişkiler olsun, hem de “saygınlık” gösterisi gibi
ruhsallıktan arınmış yaşlanmaya yüz tutmuş, tehlikelerin tam ortasında olsun,
akademisyen ancak etrafında konumlandığı bedensel - sınıfsal travmatik
çekirdekten korkmayıp, aksine onunla özdeşleşerek kendisini kuşatan simgesel
kimliklerin dışında bir yerlerde üretime girebildiğinde, bir entelektüele
dönüşme şansı bulabilir. Bu da kendini yadsımasıdır. Kendine dayatılan
özelleştirilmiş tikel bilgi üretiminin reddidir. Tümeller ekseninde akıl
yürütüp, üretebilmesi disiplinler arası ideolojik bir yaklaşımı da devre dışı
bırakıp, “disiplin” dışı bakabilmesi ile olanaklıdır.
Entelektüel
işleve yönelik önerdiğimiz ikinci nokta, birincinin doğal devamı olarak izlenebilir:
Bir sultaya ya da büyük Ötekine yaslanmamak, yani kendisine geçim araçlarını temin
eden ve beklenen bilgiyi dolaşıma sokmadığında performans kriterleriyle tehdit
eden tüm aygıtların gölgesinden uzakta bir yerde düşünüp, eylemek.
Tolga Esat Özkurt
[1]
Levent Konca, Üniversite, Kapitalizm ve Sol, Birikim, Ocak 2013. http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=905&makale=%DCniversite,%20Kapitalizm%20ve%20Sol
[2]
Bkz: Foucault – Chomsky tartışması
(1971), http://www.youtube.com/watch?v=myy3vL-QKI4
[3] Arthur Schopenhauer, Üniversiteler ve Felsefe, Say Yayınları, 2008, S. 41. (vurgu bana
ait)
[4] ODTÜLÜ, Mart 2013, S. 10.
[5] Werner Sombart, Burjuva, Doğu Batı Yayınları, 2011, S. 52.
[6] Tübitak bunu o kadar önemsemekte ki,
“Bilim insanının medya rehberi” (Hayes ve Grossman) başlıklı, akademisyenin
medya ile ilişkileri için “kılavuz” olacak bir “kişisel gelişim” kitabı
yayınladı.
entelektüel bürokratik zekadan nefret ederim,çünkü toplumsal travmayı tetikler.
YanıtlaSilparti,lider,milletvekili,bürokrat olmayan bir yeni dünyaya...