Neşe ablacım... İki
sene önce vefat ettiğini yaptığım bir Google aramasından içim burkularak öğrendim.
Ne acayip bir çağ!
Onunla yüz yüze tanıştığımda
çocukluğumdan gençliğe geçişimin naifliğindeydim. Moda’da çay bahçesinde bir
grup insan buluşmuştuk. İçerik adında bir internet yazı platformunda bayağı farklı
görüşlere sahip “amatör” yazarlardık. Bir buluşma kararı alınmıştı. Tabii ben
tahmin edilebileceği üzere kocaman laflar ediyordum o sitede yazdıklarımda. On
sekiz yaşımın coşkunluğundaydım.
O buluşmadan önce
Neşe abla ile e-posta üzerinden mesajlaşarak tanışmıştık aslında. Onu
yazılarından oldukça genç biri sandığımı iyi hatırlıyorum. Zira öyle enerjik, öyle
iyimser ama belki benim için gereğinden fazla öfke barındıran yazılardı. Böyle
bir tonda yazan biri herhalde otuz yaşın üstünde olamazdı. Bu nedenle ilk
e-postalarda Neşenur olarak hitap etmiştim ona. O buluşmadan sonra ise Neşe
abla olarak seslendim.
Neşe abla ile yüz
yüze tanıştığımızda ben on sekizimdeydim, o ise kırk beş yaşındaydı. O masada
toplandığımızda birçok kez olduğu gibi hayli içe kapanık bir havadaydım. Mesela
Mine isimli ben yaşlarında bir kız hatırlıyorum; onunla da yazışmıştık. Kendisine
“Minnoş” diye seslenmiştim yazdığım bir e-posta’da. O ise “bana Minnoş deme,
lütfen” demişti haklı olarak. Toplantıda Mine de vardı. Oldukça güzel gelmişti
gözüme. Ama Mine’yle, herhalde güzelliğinin etkisiyle çekingenliğim iyice
arttığından olacak, neredeyse hiç konuşamadım. Neşe abla ile de öyle uzun boylu
konuşmadık. Toplantı bitmeye yaklaşırken beni Moda’da bir bodrum katındaki güneş
ışığından mahrum karanlık evine davet etti Neşe abla. Böylelikle Anadolu
yakasına her geçtiğimde, sıklıkla uğradığım bir mekan oldu onun evi.
Evinde kediler
dört dönerdi mutlaka. Konuşmalarımızın teması politika etrafında dolanırdı.
Ondaki sosyalizm aşkının bendekinden çok daha yoğun olduğunu hep
hissetmişimdir. Bu da içten içe bende bir suçluluğa neden olurdu. Kabul etmeli
ki, ondaki kadar net bir muhalif öfke bende o yaşlarda bile yoktu. Troçkizme
merak saldığım bir anda elime Stalin’le ilgili bir kitap tutuşturdu. (Fakat sonrasında
inatçılığımla Neşe ablayı da pes ettirdiğimden: “Bu yaşta benden Troçkist olmaz
Tolga!” demişti muzip bir tebessümü eksik etmeyerek.)
Şimdi baktım da. Stalin’i
anlatan söz konusu kitap kitaplığımda duruyor hâlâ. Çevirisini de Neşe abla
yapmış. Halbuki kitabı bana “ödünç” verdiğini çok iyi hatırlıyorum. “Tek kopya
var elimde, geri vermeyi unutma“ dediğini de... Ama kitabı yine de ona iade
etmemişim, demek ki. Belki bir hatıra kalsın diye. Gerçi ondan kalan, yine onun
çevirdiği “Yoksulluğun küreselleşmesi” de şimdiki kitaplığımda mevcut. Bu
kitabı ise bana hediye ettiğini anımsıyorum.
Dedim ya, ben
asla Neşe abla yoğunluğunda sosyalist olamadım. O insanlar arasındaki eşitliği
gönülden benimseyip, devrime inanmıştı. Bense eşitsizliğin kökenlerine
takmıştım kafayı. Devrime ise sürekli şüphe duyan yarı imanlı bir papaz nasıl
inanırsa, öyle inanıyordum işte. Gençliğime rağmen onun iyimserliğini
sözlerimde taşısam bile ruhumda tam olarak duyamıyordum. Belki gerçekte asla tam
anlamıyla radikal politik bir kişilik olamayacağımı fark ettiğinden olacak,
“Sen edebiyatçı olmalısın Tolga” demişti günün birinde. Ona bunun sebebini
sorduğumda, “Senin yazılarında kelimelerin konumlanışını, estetiği seviyorum” gibi
bir şey demişti. “Eğer çalışırsan eminim iyi bir edebiyatçı olacaksın.” Dediklerine
çok şaşırmış, ve yadırgamıştım doğrusu. Zira o sıralarda zihinsel dünyamda
edebiyatın hemen hiçbir yeri yoktu. Hikâyelerden
çok, teorik – siyasi, felsefi metinler çekiyordu ilgimi. Bir roman okusam,
içinde öncelikli olarak mutlaka dünyayı anlamakla ilgili bir ipucu arardım.
Kurgusal olan her şeyi ama her şeyi küçümserdim. Dünyanın reel sorunlarını bana
ne idüğü belirsiz renkli ya da gri masallar anlatamazdı. Şimdiki evimin
duvarında portresi bulunan Freud’un fikirlerini de saçma sapan bulurdum. O
değişmez yapılardan bahsediyordu. Benceyse yapılar sınıfsal aktörlerin konumuna
göre eğilip bükülüyor, keskin bir dönüşüme uğruyorlardı.
Yirmili
yaşlarımın ortalarından itibaren çark ederek, farklı düşünmeye başladım. Bu
değişim ABD ve Almanya’da geçen senelerde iyice hızlandı. Muhtemelen Neşe
abla bu sözleri sarf ettiğinde benim zihinsel dünyamda geleceğim noktayı da öngörmüştü.
Şimdi bunu daha iyi anlıyorum.
Neşe abla sisteme
ne kadar öfkeliyse de, bana bir kez olsun kızdığını, somurttuğunu
hatırlamıyorum. Tartışmalarımızda bile hep bir gülümseme vardı yüzünde. O
toylukta bana yüz vermeyen kadınlardan şikayet etsem, hep benim tarafımı tutardı.
Onunla bir aradayken iki kişilik bir merkez komitedeymiş gibi hissediyordum. Muhteşem
bir ablaydı yani. Bir keresinde beni desteklemek için “o kız dayaklıkmış”
demişti. Bu dediğim sizi yanıltmasın. Kadın ve erkek eşitliğine fazlasıyla
inanıyordu Neşe abla. “Gerçekte hiçbir farkımız yok bizim” derdi. Bir kız
lisesinde okumuş, hemcinsini çok iyi tanırmış, esasta biyolojik organlar
haricinde özümüzde bir farkımız olmadığını söylerdi. Onun kadın – erkek
dendiğinde aklındakinin Rus realist romanlarındaki fedakâr ve cömert bir aşk
olduğunu düşünürdüm. Cinsiyet çatışmalarından arınmış, tertemiz, ideal bir
aşk’tı onun kafasındaki. İdeal olmayan bir öğe varsa da, derhal çöpe
atılmalıydı. Vedat Türkali’nin Güven’inde
genç komünist karakterler arasındaki ilişkilerde müstehcen gördüğü kısımları bu
yüzden eleştirmişti belki de. Aşktan yoksun bir erotizm barındırıyordu, aşkı
kirletiyordu ona göre. Onun aksine bence aşk tam da bu kirlilik içindeki
çatışkıydı halbuki, imkânsız olandı. Fakat böyle bir tartışma açıldığında Neşe
ablaya bunu açıkça söylemeye cüret edemedim elbette. Belki bir iki mırın kırın
etmişimdir. Sonra da kesin kafamı sallayarak ona hak verdiğimi söylemişimdir.
Neşe ablayı en
son dört sene önce, yani vefatından iki sene önce Ayvalık’taki evinde ziyaret
edebildim. Oldukça uzun zamandır yüz yüze görüşememiştik. O süre zarfında benim
yurtdışında olmam onun Ege’de olması sebebiyle... Aradan geçen seneler beni
değiştirdi. Ama bana “değişmemişsin” dedi. Ben değiştim diye düşünüyordum. Neşe
abla ise aynı Neşe ablaydı. Yine inançlı, yine yüzünden düşmeyen tebessüm, yine
yanında sevgili Nusret, yine evinde bir Lenin büstü ve yine ağzından sanki hiç düşmeyen
sigarası. Sesi bu yüzden iyice pesleşmişti. Bir gece kaldım evinde. Bize köfte
yaptığını hatırlıyorum.
Eski evindeki
karanlığa karşın bu ev Ege’nin güneşini olanca kuvvetiyle soğuruyordu. Kışın
ısıtması zor olsa da seviyordu bu evi. Mesut görünüyordu. Bu kez bir de bahçesi
olduğundan kedileri dışarıdaydı. Her zamankinden daha da fazla, onlarca kedi
dolanıyordu bu bahçede.
Kedinin birine
“Seni atacağım, defol git buradan” diye öfkeyle bağırmaya başladı. Onu ilk kez
böylesine kızgın gördüm. Bağırdığı kedi henüz yeni doğurmuştu ve yavrularından
biri sakattı. Annesi bu yavruya ilgi göstermiyor, ağaç dalına takıldığında ona
kurtulması için yardım etmiyor, sütünü ondan esirgiyordu. Doğanın acımasız
kanununa uygun olarak yavrularından sakat olanı ölüme terk etmişti. Neşe ablayı
çılgına çeviren doğanın bu berbat adaletsizliğiydi.
Neşe ablaya sorsanız,
eğer sokakta aç bir insan gördüğünüzde hiçbir şey hissetmiyorsanız, o zaman
sosyalistliğinizin de hiçbir anlamı yahut kıymeti yoktur. Katıksız sevgi,
vicdan ve adalet onun için en temel değerlerdi işte. Bu değerler olduğu gibi
dış dünyada da var olmalıydı. Ona göre doğa da insan da tam tamına böyle
olmalıydı. Ben bu değerleri çok önemsesem de, bunun gerçekliğe böyle olduğu
gibi yansıyabileceğine, bire bir çakışabileceğine hiç inanmadım. Sadece belki
yaklaşabiliriz diye umut ettim. Gerçi o umut bile seneler içinde hasarlar
gördü. Ama olan bitendeki, gerçeklikteki berbat kusurlar değil miydi sanki,
ışığı o pürüzlü nahoşluktan içimize sızdıran? Bize kafamızdaki ideal değerleri
muştulayan... Gerçekliğin tüm berbatlığına karşın bir an için bile olsa isyan ettiren...
Bizi güzel kılan. Şu son dediklerime eminim Neşe abla tüm içtenliğiyle
gülümserdi.
Neşe ablanın
vefatının ardından bazı sol haber siteleri onu “sosyalizmin neferi” olarak
adlandırmışlar. Hayli parlak bir belirtili isim tamlaması. Bu nitelemeyi o sonuna
kadar hak etse de... Ben onunla onsekizimde tanıştığımda isimlerini anmaya
gerek olmayan aynı çevreler bir selamı bile çok görüyorlardı ona halbuki.
Düpedüz yalnız hissediyordu bu yüzden. Fakat politik örgütler ölülere nişan
vermeye alışıklardı zaten. Söz konusu bir “ölü” ise sekterlikleri bir anda
tuzla buz oluyordu şanlı komünist partilerin. Önceden görmezden geldikleri ölüler
anında kahramanlara dönüşüyorlardı.
Neşe abla,
bildiğim kadarıyla, ölümünün ardından söz konusu sol haber sitelerinden birinin
yazdığı gibi tipik bir MS hastası değildi. Onunki sanırım otuzlarından itibaren
sinsice tedricen gelişen, hareket etmesini engelleyen, sonra tekerlekli
sandalyeye mahkum eden nadir görülen bir beyin kusuruydu. Ablasında, annesinde
daha hafif olarak; hafızam yanıltmıyorsa yoğun şekilde teyzesinde de görülen
genetik bir problemdi.
Nadir
görüldüğünden kârsız, araştırma için bütçeden pay ayrılmaya değer görülmeyen
bir hastalık olduğunu söylemişti bana. Mesleğim icabıyla iyi bilirim. Biyomedikal
araştırmalara dair “bilimsel” makaleler pek çok kez söze şöyle başlarlar: “X
hastalığı ABD’de şu kadar milyon insanda görülür, ABD’ye ve dünyaya ekonomik
zararı şu kadar milyon dolardır.” İşte bir makalenin yazarları onu değerlendirecek
hakemlere kendilerini böyle bir girişle satarlar. Çünkü eğitim de, sağlık da, kalemler
de doğaları gereği satılıktır bu alemde. “Bilim” insanları adı takılan benim de
arasında bulunduğum akademik takım için bu cümleleri okumak ve yazmak hayli
sıradan bir iştir. İnsan sağlığının sorgusuz sualsiz büyük şirketlerin ve
devletlerin maddi çıkarlarına indirgendiği adaletsiz bir dünyanın üniversite
çalışanlarından pek başka bir şey de beklenemez zaten.
Ama Neşe abla
gibi eski İstanbullu, Boğaziçi Üniversitesi ekonomi mezunu, ABD’de eğitim görmüş
birileri gelir bu sistemli şiddete ve kâra dayalı iktidara tüm kuvvetiyle direnir.
Yüzlerinden izleri çıkmayacak birer şamar olmaya yeter onun gibi insanlardaki
adalet tutkusu ve mücadele azmi...