Sonsuzluk
dünyanın en rahatlatıcı şeyi olmalı. Kozmos karşısındaki küçüklüğümüz,
hiçliğimiz, eksikliğimiz... Neyi bekliyoruz, elimizde taşıdığımız çay
bardağının düşmesini ve büyük ihtimalle kırılmasını... Ama yine de çay içmeye
devam ediyoruz, kimimiz tavşan kanı ve demli yudumluyor; kimimiz korkak,
sulandırılmış, üflenip soğutulmuş paşa çayları içiyor. Herkes ne isterse onu!
Bundan daha büyük adalet olabilir mi?
Özgürlük tam
bulunduğun o yerde halbuki, hep seninle; şikayet etme hakkın yok, hayalini kurduğun
şey başka zaman ya da coğrafyalarda namevcut. Zaman sana sunulmuş tepside
kırılgan bir armağan, içilsin diye bekliyor...
Memleketten,
insandan, dünyadan kusurlar bulup, türlü bahanelerle şikayetlenmek kolay iş.
Kahramanlar bulmak, onlar üzerinde ideal dünyalar inşa etmek, sonra hemen şimdi
ve burada olana lanet etmek de kolay.
En başından lanet,
berbat bir yer burası halbuki. Ama sen bu lanete meydan okuyamıyorsan, her
kılıç darbesine karşılık yumruk sallayamıyorsan... Ki bu yumruk çok zaman kendi
göğsüne daldırdığın sessizliktir, ha. İçi meyhanelerden, barlardan, klablardan,
kiliselerden, camilerden çok daha “yaşam dolu”, kalabalıklardan uzak bir
kulübedir... Öyle ki her çıktığında kulübenden, o başkalarına değil ama bir
ıslık çalıp da – çok zaman bir güvercin
tedirginliğinde de olsa – tüm evrene
karışmayı arzularsın; ey sonsuzluk dersin, ey fanilik ve kırılganlık, işte ben
geldim, naber lan?... Sonra üç gram aklın varsa, Gılgameş’in budalalığına katıla
katıla gülersin. Akıl filan da kalmaz böylece.