Saffet Murat Tura’nın Madde ve Mana’sını bir kez daha
okumaktayım ve kitabın sonlarına yaklaştım. Burada sadece kitaba dair düşüncelerimi
hızlı şekilde aktaracağım. Bu nedenle yazdıklarım kitabı değerlendirmek yönünde
düşülmüş ilk elden notlar olarak anlaşılmalı ve içindeki yazım ve bazı muhtemel
kusurlar hoşgörülmeli.
İlk okumamdan
beri ikna olduğum temel tez “mananın maddeye içkin bir özellik olduğu”
özellikle biyolojik evrim dikkate alındığında gayet makul geldi. (Bu tezin önceden
başkası tarafından bu açıklıkta formüle edilip, edilmediğini bilmiyorum.) Bu
önceden alışkın olduğum ve farkında olmadan a
priori kabul ettiğim (ve doğrusu sorgulamadığım) tüm evrenin aslında
anlamsız olduğu ve biz’im ona bu anlamı kattığımız (insan merkezli) fikrini
kökten yıkıcı elbette... Farkında olmadan da olsa mana dediğim anda aklıma
insan’ın gelmesi aslında bendeki “varoluşçu” kabullerle ilgili. Biraz Schopenhauer,
Sartre ve dolayısıyla Husserl etkisi diyelim biz buna.
Saffet Tura
mana’nın varlığını nesne’ye yerleştirmesi (mananın anlamına yaptığı
metafiziksel operasyonla - kaydırmayla) basit gibi görünse de, sadece benim
gibi varoluşçuların değil varoluşçu olsun olmasın tipik indirgemeci
materyalistlerin hemen öyle kabullenemeyeceği bir şey. Bu dediğimi test etmek
için birkaç gün önce 2 deneyimli ve birikimli felsefeciyle yemek yerken
kitap’tan bahsettim. İkisi de kitaptan bihaberdi ve “mana nesnenin kendisinden
kaynaklı” diyince, bu duruma şiddetle itiraz ettiler. İkisi birden büyük bir hiddetle bu tez’in
tamamen saçmalık olduğunu, zira “bilgi”nin ve anlam’ın dışarıda değil, insan
tarafından nesneye yüklenilen dilsel-zihinsel
birşey olduğu bilindik tezini materyalizmi savunmak adına yinelediler.
Hocalardan biri “eğer dediğin gibi
olsaydı, üniversiteye gerek kalmazdı, bilgi’yi nesneden direkt alırdın”
dedi mesela... (Böylelikle dışarıda aslında bilgi diye birşey olmadığını, ancak
insanın dışarıya eklenmesiyle bilginin ortaya çıktığını ima ediyordu)
Bilgi’yi
dışarıdan “direkt” almak diye birşey olmadığını o da biliyor olmalıydı halbuki.
Zaten görme ya da duyma gibi “algıları”da direkt birşey değil ki... Arada göz
sinirlerinin uyarımından, beyne giden ve “hızlı” da olsa bir sürü nöral
operasyonun gerçekleştiği ,gayet kompleks bir süreç “görme” olayı...
Felsefecinin “direkt” demesi belli ki “hız”dan kaynaklı bir yanılsamaydı. Evet
nesneye baktığımız anda ondaki tüm bilgiyi hemen algılayamayız. Kartezyen bakış
açısının kusuru bu yorumdan da şap diye gün yüzüne çıkıyor aslında: Bilgi bile
bizim için var! Biz kitap okuyoruz, didinip duruyoruz ve nesne ile etkileşime
geçerek, örneğin yaptığımız deneyler ve bilimsel birikim sayesinden bir tür
“bilgi” ediniyoruz. Bu noktadan bakan hoca, Shannon’un bilgi teorisinin de
aslında bu noktada problemli olduğunu söyledi!
Halbuki bilgi de
anlam gibi şey’de “varolan”dır (ona içkindir); ve biz bu bilgiyi kitapta da
belirtildiği üzere “belirtik” kılarız sadece. Dolayısıyla insan’ın edindiği
bilgi “türev bilgi”dir. Bunu felsefecilere kabul ettirmek mümkün olmadı tabii;
çok kızdılar bu teze.
Hız ve
dolayımsızlık arasında ciddi bir kavramsal fark var. Diyelim ki nesneye
baktığımızda elimizdeki teknolojiyi kullanarak, o nesnenin i-phone gibi bir
aletle resmini çektik, görsel bir arama motoru ile imgeden onun kavramsal
statüsünü belirledik, ve Vikipedi gibi bir veritabanından da nesneye dair bilgi
edinmeyi başardık. Elimizdeki mobil alet nesneye tutulduğunda (ulaştığımız
teknoloji sayesinde bugün bile) çok hızlı
bir şekilde “bilgi”yi bize yansıtabilir. Aslında kullandığımız ara alet sayesinde
nesne’nin bilgisine erişebiliriz. (Hatırlarsanız, bu tarz bir bilgiye ulaşımı
filmlerde izlemiştik: Robokop ve Terminatör nesneye ve yine bir nesne olan
insana bakarak becerebiliyorlardı, onunla ilgili tüm bilgiyi pat diye
algılıyorlardı.) Burada görme işleminden çok da farklı bir işlemden
bahsetmedik. Sadece insanın evrim basamağının yetersiz kaldığı birşeyi ara bir
“alet”le (mesela elektronik aletle, dalgalarla ve uyduyla) destekledik. Yani
aslında ne görme ne de bilgi edinme Kartezyen materyalistlerin sandığı gibi
“dolayımsız” değildir. Eğer biri itiraz edip “ama sen insana ek olarak bir de
alet kullandın” derse, insanın da aslında eni sonu doğada bir “alet” olduğu
olgusunu tersyüz etmiş olur. İnsanın ontolojik statüsünü ayrıcalıklı bir konum
olarak düşünmek, düpedüz Kartezyenizm olmakla birlikte, aynı zamanda
materyalizm’in temel kabullerinin inkarı anlamına gelir.
Dolayısıyla
“manasız doğa kabulünde ısrar” etmek suretiyle sıkı materyalist olduklarını
sanan felsefeciler gayet de idealist bir önkabule (kartezyen zihin-beden ikiliğine) dayanmaktadırlar.
Yine de kitapta
bazı tezlerle ilgili ciddi çekincelerim var. Bunlardan biri Althusser ve
dolayısyla Bachelard’dan kotarılan “öznesiz” sürecin öznesizliği ile ilgili
problemler. İkincisi rasyonaliteyi tanımlarken maksada uygunluk “esas”
alındığında sürekli bir bütünleme kaygısından doğan sentez’e ve dolayısıyla
kapalı bir varlık alanı oluşturmaya dair problemler. Burada problemler öyle bir
hal alıyor ki Tura kitabın son kısımlarına doğru kelimelerin anlamını iptal
edeceğim derken, yanlarına “yıldız” işareti koyacak abzürdlüklere varabiliyor.
Halbuki dildeki her sözcük ya da kavram zaten kendi doğasında bir yıldız
işaretini (örtük olarak) yanında taşır. Bu mevzularla ilgili yorumlarımı sonraki
post’larda yapacağım.