13.04.2017

Saygınlık üstüne bir mektup

Evet doktor, söz verdiğim üzere saygınlık sözünden anladığımı sana şimdi yazabiliyorum. İlk olarak İsmet Özel’in çok sevdiğim bir şiirindeki mısra geliyor aklıma, bunu artistlik olsun diye alıntılamak zorundayım: “Saygım kalmadı buğday saplarına.”

Buğday sapı kim burada? Bir noktadan sonra saygısızlık durumunu ben her yere, herkese ve hatta tüm evrene dağıtmaya başladım galiba. İnsanlar gözümde böceklere benzemeye başladılar; tabii bu içimdeki çocuğun naif arzularından kaynaklı tüm özgüvenimin tamamen dağılmasa bile, aşınmasına sebep oldu. Böcekler dedim ama aklıma gelen ilk imge maymunlar olmuştu aslında. Ailem, sevdiklerim, dostlarım dahil olmak üzere hemen herkes kıllı tüylü maymun kılığında gözüme görünmeye başladılar. Ama onlar üzerlerine sanki yapay, sözde sevgi görünümlü bir deri giyinmişlerdi. Bunun rahatsız ediciliğini zaman zaman hep hatırlamışımdır, aklıma getirip dururum. Düşünsene çevrendeki herkes “medeni” bir maymun ama çıkarlarını (hayatta kalmak ve başkasını alt etmek gibi çıkarlar) sürdürebilmek için güzel ve kibar sözcüklere başvuruyorlar. Ama sıkıştıklarında foyaları, kirli yüzleri bir anda çirkince ortaya çıkıyor. Bunu düşünmek şimdi bile midemi bulandırır gibi oluyor.

Bunu ben yapmıyor muydum peki? Daniskasını yapıyordum hem de doktor; hatta bu ana dek kesintilerle de olsa yapageldim bile diyebilirim. Şiirler yazıyordum sevgililerime, onlara prenses muamelesi yapıyordum. Onlar da beni bir peygamber gibi görüyorlardı; ya da birçoğu ben öyleymişim gibi yapıyorlardı. (Ta ki - kahretsin ki - bir peygamber olmadığım şapadanak açığa çıkana kadar.) Çünkü o kadınların içlerindeki maymun, benim bu zaafımı şuursuzca da olsa fark etmişti. Böyle böyle ben de başka bir tür maymun olduğumu idrak etmeye başladım. Bunun, benim içimdeki peygamberimsi zavallı maymunun oldukça farkında olsam da, gerçek anlamıyla tam olarak kabullendiğim pek söylenemez doktor. Çünkü bir yerde hayatta kalmaya çalışıyoruz şu maymunlar gezegeninde. Belki ben edebi sözler barındıran bir kutsiyet üzerinden yapıyorum bunu. Ama laf aramızda, kutsallığa gerçekten inanıyorum doktor; evrendeki varlıkların içindeki kötücüllüğün, yıkıcılığın iyi olana baskın olduğunu bilsem de böyle. Mide bulandırıcı bile olsa var olmakta ısrar eden bu dünyadan vazgeçemiyorum.

Saygınlık dedik ya, ta nerelere geldik? Diyeceğim en azından ne yapmak istediğini bilen, sınırlarını bilen ama karşıdakine inanmaya açık olan, yeri geldiğinde fedakarlıktan çekinmeyen, egosundan başka bir yerde de kendine değer bulabilen, kendini sadece tüm varlığın, Ötekinin yanında, onunla ilişkide önemseyebilen, ağzına her geleni söylemekten imtina eden, duygusal ve zarif insan. İşte saygı duyacağım ideal öteki böyle biri olabilir doktor.

Bu sahte peygamberlik meselesine geri dönersem, onun beni beslemekle birlikte bir zaman sonra zarar verdiğini söyleyebilirim. Sanırım kendime saygı duymadığım yer tam da burası. Başkasının bana olan sözleri, bakışı üzerinden değil ama kendi duruşum üzerinden kıvanç duymayı becerebilmeliyim. Başka bir ifadeyle, başkalarının bana imanı üzerinden değil, kendime kuşandığım imanla, kendi imanımla kıvanmalıyım ve ayakta durabilmeliyim. Kendi kılıcımla savaşmalıyım.

Elbette ki her insan alkışı sever. Ama ben bunun benim üzerindeki etkisini azaltmaya çalışıyorum, en azından uzun zamandan beri bu uğraş içindeyim. Tam başardım mı? Hayır. Hâlâ insanların övgüleri zaman zaman da olsa beni tuzağa düşürebiliyor. Böylece hak etmediğim övgüleri kullanarak birilerinin beni tuzağa düşürme ihtimali hâlâ (azalsa da) bir miktar mevcut. Neden bana inanacak insana ihtiyacım var? Hem de onlara sunabileceğim tek sesli bir ideoloji, keskin bir yol ya da bir din bile namevcutken!

Başkalarını olduğu gibi kabul edebilmemin tek yolu şu galiba: Evrenin kötücüllüğünü kabullenebilmek. Mesela yakın zamanda medyaya yansıyan şu baldızının ufacık çocuğunun yüzüne asit atıp, onun gülen gözlerini planlı olarak kör eden adamı affetmek değil belki ama en azından kabullenmek (kabul etmek değil asla!). İçimdeki ve başkalarındaki pisliği maskelememeyi, onunla baş etmeyi öğrenmek. Ama buna tam olarak nasıl dayanacağımı bilmiyorum. Mesela bir sevdiğimin, benim bir zayıflığımı anlayacağı anda insaflıysa beni terkedeceğini; insafsızsa bir tekme daha atacağını bilmek ve buna rağmen güçlü görünmeye çalışmak. Bunu kabullenmek hiç de öyle kolay olmuyor doktor. Ama bu kabullenme olmadan da, hakiki bir ilişkiye geçmek mümkün değil gibi. Hemen herkes seni güçlü bilmek istiyor bu âlemde.

Tanıdığım en dürüst, en cömert, en kibar adamlardan biri sırf o zayıflığı barındırıyor diye bir kadınla ilişki bile kuramıyor. Tabii, arkasından bir sürü kadın ve erkek iyi konuşuyor, örneğin “Emre iyi bir insan” diyorlar; ama kimse ona en azından mahrem ilişki kuracak kadar yanaşmıyor. Çünkü şu medeni orman piyasasında artık iyilik aynı zamanda enayilikle eş tutuluyor. Ben o adam kadar iyi biri zaten asla olmadım ve olamayacağım. Olmak da istemiyorum. Ama adalet onun en güzel ilişkiyi yaşaması demek değil midir? Evrendeki adaletsizliğin muazzamlığını fark edince... Hadi geçtim Adem’i kandırıp elma ağacından yediren Havva’yı; fakat Tanrı'ya nasıl saygı duyacağım doktor? Mücadele edecek gücüm an be an tükenmekteyken...

Uzun zamandır düşünüyorum da: Tanrı’yı yani doğayı tüm zulmüyle ve adaletsizliğiyle kabullenmeyi becerirsem, sanki ötekini de kabulleneceğim. Ötekini kabullenirsem, sanki benim de hücrelerime işleyen şeytani muhtevayı (senin id diye adlandıracağın o melun gudubeti) kabulleneceğim. Onları affedersem, kendimi de affedebilirim. Çünkü hepimiz aynı tözden müteşekkiliz. Böylece saygınlık büyük bir mesele olmaktan çıkabilecek belki. Böylece doğru bildiğimi yapacak, adaletsizliğe de abdestimden emin meydan okuyabileceğim belki. Benim bulabildiğim çözüm budur. Ama yöntemden emin değilim.

Demek istediklerimi umarım az çok anlatabilmişimdir doktor.

Sevgiyle,

Togliatti

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder