25.04.2017

Karşılaşmak sevinci

Buradaki bir önceki yazı-mektubu bir sene önce kaleme almışım. Gerçekten de bir şahsa yazılan bir mektuptu, ve sansürlenmiş özel birkaç cümle haricinde bu mecraya olduğu gibi yapıştırdım. Masaüstümde kazara karşılaşınca, bir sene evvelki duygu hâlimi, o yabancının duygu hâlini hatırlamak bakımından ilginç oldu benim için. Abartılı cümleler var gibi geldi kulağıma; abartılı bir hayat arzusu taşıyan, bir anlam taşımak için çabaladığı her anda tökezleyen bir adamın ruh hâliydi anlatılan. Anlam taşımayı başkası tarafından tasdiklenmek olarak gören ve bundan nedamet getirmeye çalışan zavallı tınılar taşıyordu söz konusu mektup...

Dışarıyı öylesine ötelemiş ki, kendi iç dünyasında bambaşka biri olup, çıkmış. Kendini var etmek için ötekine öfkeleniyor, bazen bir ergen gibi dikkat çekiyor... Aklı orospulaştırıp satılığa çıkarmaya kadar varıyor bu iş. Çünkü beklentiler dünyasına hapsediyorsun kendini... Çevrendeki diğer zavallılar gibi özel hissetmeye muhtaçsın ve başrollerde olduğun (bazen kahraman, bazen kurban) onlarca özel hikâye kuruyorsun... Özdeşlemeye çalıştığın o kurmaca kendini sürekli dışarıya aktarmanın sıkıcılığını anlatmaya gerek var mı? Bir sürü aptal üzerlerine bulaşan rollerin sıkıcılığının farkında bile değil, oysa...

Birkaç gün evvel, çok sevdiğim eski bir psikolog arkadaşımla yazışırken dedim ona. Bu hikâyeleri biraz fazla abartmadık mı biz? Tabii mesleğinin doğasına uygun olarak “Bütün o içsel dünyamızın sınırlarını anlamanın, sorunlara çözümler bulmanın yolu olarak o hikâyeler gerekli” manasına gelebilecek sözler etti. Kurulup kurulup sökülecek, sil baştan analiz edilecek öznel bireysel hikâyelerin sorunlarını ona bu sorduğumda iyiden iyiye sezinler oldum. Modernizmin tarihi anlatılar olarak politik dünyalardan başlayıp bireysel hayatlara kadar sızdırdığı neden – sonuç ağlarının bir parçası olmakta gerçekten rahatsız edici bir taraf vardı. Bütün çürük eylemlerimize ya da yenilgilerimize nedenler bulmak: belki ebeveynle yaşananlar, belki sevgililerle, belki okuldaki arkadaşlarla; bunlardan travmalar devşirip, korkaklığımıza meşruiyet kazandırmak... Burada ironik olan korkularımızı yahut zayıflıklarımızı ortaya çıkarıp onları yeneceğiz derken öz-hikâyeler kurmakla da kalmayıp, o eşsiz sandığımız aklımızla bunları yorumlayıp, kendimize kelimelerden inşa ettiğimiz duvarlar örmek... Bunu kendimizle yüzleşmek zannederken iyiden iyiye doğadan kopmak – bu doğa ister spontane kendiliğimiz olsun, ister tüm varlığa içkin Tanrı olsun... Nedenleri bulduğunu farz ettiğinde, “çözümü” bulduğunu sanıyorsun... Ya aslında bu dalgalı bir süreçse? Ya öyle kendi başına, tek bir genel geçer çözüm yoksa? Ama daha da kötüsü kendiliğindenliğini çözüp, iyiden iyiye doğana yabancılaşıyorsan?

Bu bağlamda doğa dediğimde aklıma ilk olarak saf hâldeki çocukluğumuz geliyor. Her şeyi bir karşılaşma olarak gördüğümüz, karşıdaki eşyayı ya da kimseyi hayretle karşıladığımız zamanlar; kendi kurduğumuz yalandan trajik hikâyelerin hiç de yerinin olmadığı zamanlar... Çünkü orada dışarısı tarafından belirlenmiş bir zavallı benin sözcülüğü eksik... Eksik olsun! Ben orada sadece karşılaşmayı, çarpışmayı, hissetmeyi, üretmeyi arzuluyor; hayaller basit amaçlara odaklanmış değil ama süreğen bir sevince denk düşüyor ... En baştan sakat kurgulanmak zorunda kalınılmış öz-hikâyelere yer yok o çocuk spontanlığında... Ama o sevinçten uzaklaştırılıyor ve ekranda imgeler ağında kurgulanmış, yaşamı karşılaşmak olarak değil de ötekine gösterilecek yalancı izler bırakmak sandığımız bir aptallığa indirgiyoruz. Bizi biz değil de, sahte beğenilerin kaynaklık ettiği hormonlar belirlemiş oluyor. 

Sahici anlamıyla direnmek, sırf bu yüzden olsun, ötekiyle karşılaşmak ve dönüşmek sevincini ulaşabildiğimiz her yere yaymak çabası, demek olmalı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder