15.10.2016

Neşe ablanın ardından

Neşe ablacım... İki sene önce vefat ettiğini yaptığım bir Google aramasından içim burkularak öğrendim. Ne acayip bir çağ! 

Onunla yüz yüze tanıştığımda çocukluğumdan gençliğe geçişimin naifliğindeydim. Moda’da çay bahçesinde bir grup insan buluşmuştuk. İçerik adında bir internet yazı platformunda bayağı farklı görüşlere sahip “amatör” yazarlardık. Bir buluşma kararı alınmıştı. Tabii ben tahmin edilebileceği üzere kocaman laflar ediyordum o sitede yazdıklarımda. On sekiz yaşımın coşkunluğundaydım.

O buluşmadan önce Neşe abla ile e-posta üzerinden mesajlaşarak tanışmıştık aslında. Onu yazılarından oldukça genç biri sandığımı iyi hatırlıyorum. Zira öyle enerjik, öyle iyimser ama belki benim için gereğinden fazla öfke barındıran yazılardı. Böyle bir tonda yazan biri herhalde otuz yaşın üstünde olamazdı. Bu nedenle ilk e-postalarda Neşenur olarak hitap etmiştim ona. O buluşmadan sonra ise Neşe abla olarak seslendim.

Neşe abla ile yüz yüze tanıştığımızda ben on sekizimdeydim, o ise kırk beş yaşındaydı. O masada toplandığımızda birçok kez olduğu gibi hayli içe kapanık bir havadaydım. Mesela Mine isimli ben yaşlarında bir kız hatırlıyorum; onunla da yazışmıştık. Kendisine “Minnoş” diye seslenmiştim yazdığım bir e-posta’da. O ise “bana Minnoş deme, lütfen” demişti haklı olarak. Toplantıda Mine de vardı. Oldukça güzel gelmişti gözüme. Ama Mine’yle, herhalde güzelliğinin etkisiyle çekingenliğim iyice arttığından olacak, neredeyse hiç konuşamadım. Neşe abla ile de öyle uzun boylu konuşmadık. Toplantı bitmeye yaklaşırken beni Moda’da bir bodrum katındaki güneş ışığından mahrum karanlık evine davet etti Neşe abla. Böylelikle Anadolu yakasına her geçtiğimde, sıklıkla uğradığım bir mekan oldu onun evi.

Evinde kediler dört dönerdi mutlaka. Konuşmalarımızın teması politika etrafında dolanırdı. Ondaki sosyalizm aşkının bendekinden çok daha yoğun olduğunu hep hissetmişimdir. Bu da içten içe bende bir suçluluğa neden olurdu. Kabul etmeli ki, ondaki kadar net bir muhalif öfke bende o yaşlarda bile yoktu. Troçkizme merak saldığım bir anda elime Stalin’le ilgili bir kitap tutuşturdu. (Fakat sonrasında inatçılığımla Neşe ablayı da pes ettirdiğimden: “Bu yaşta benden Troçkist olmaz Tolga!” demişti muzip bir tebessümü eksik etmeyerek.)

Şimdi baktım da. Stalin’i anlatan söz konusu kitap kitaplığımda duruyor hâlâ. Çevirisini de Neşe abla yapmış. Halbuki kitabı bana “ödünç” verdiğini çok iyi hatırlıyorum. “Tek kopya var elimde, geri vermeyi unutma“ dediğini de... Ama kitabı yine de ona iade etmemişim, demek ki. Belki bir hatıra kalsın diye. Gerçi ondan kalan, yine onun çevirdiği “Yoksulluğun küreselleşmesi” de şimdiki kitaplığımda mevcut. Bu kitabı ise bana hediye ettiğini anımsıyorum.

Dedim ya, ben asla Neşe abla yoğunluğunda sosyalist olamadım. O insanlar arasındaki eşitliği gönülden benimseyip, devrime inanmıştı. Bense eşitsizliğin kökenlerine takmıştım kafayı. Devrime ise sürekli şüphe duyan yarı imanlı bir papaz nasıl inanırsa, öyle inanıyordum işte. Gençliğime rağmen onun iyimserliğini sözlerimde taşısam bile ruhumda tam olarak duyamıyordum. Belki gerçekte asla tam anlamıyla radikal politik bir kişilik olamayacağımı fark ettiğinden olacak, “Sen edebiyatçı olmalısın Tolga” demişti günün birinde. Ona bunun sebebini sorduğumda, “Senin yazılarında kelimelerin konumlanışını, estetiği seviyorum” gibi bir şey demişti. “Eğer çalışırsan eminim iyi bir edebiyatçı olacaksın.” Dediklerine çok şaşırmış, ve yadırgamıştım doğrusu. Zira o sıralarda zihinsel dünyamda edebiyatın hemen hiçbir yeri yoktu.  Hikâyelerden çok, teorik – siyasi, felsefi metinler çekiyordu ilgimi. Bir roman okusam, içinde öncelikli olarak mutlaka dünyayı anlamakla ilgili bir ipucu arardım. Kurgusal olan her şeyi ama her şeyi küçümserdim. Dünyanın reel sorunlarını bana ne idüğü belirsiz renkli ya da gri masallar anlatamazdı. Şimdiki evimin duvarında portresi bulunan Freud’un fikirlerini de saçma sapan bulurdum. O değişmez yapılardan bahsediyordu. Benceyse yapılar sınıfsal aktörlerin konumuna göre eğilip bükülüyor, keskin bir dönüşüme uğruyorlardı.

Yirmili yaşlarımın ortalarından itibaren çark ederek, farklı düşünmeye başladım. Bu değişim ABD ve Almanya’da geçen senelerde iyice hızlandı. Muhtemelen Neşe abla bu sözleri sarf ettiğinde benim zihinsel dünyamda geleceğim noktayı da öngörmüştü. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum.

Neşe abla sisteme ne kadar öfkeliyse de, bana bir kez olsun kızdığını, somurttuğunu hatırlamıyorum. Tartışmalarımızda bile hep bir gülümseme vardı yüzünde. O toylukta bana yüz vermeyen kadınlardan şikayet etsem, hep benim tarafımı tutardı. Onunla bir aradayken iki kişilik bir merkez komitedeymiş gibi hissediyordum. Muhteşem bir ablaydı yani. Bir keresinde beni desteklemek için “o kız dayaklıkmış” demişti. Bu dediğim sizi yanıltmasın. Kadın ve erkek eşitliğine fazlasıyla inanıyordu Neşe abla. “Gerçekte hiçbir farkımız yok bizim” derdi. Bir kız lisesinde okumuş, hemcinsini çok iyi tanırmış, esasta biyolojik organlar haricinde özümüzde bir farkımız olmadığını söylerdi. Onun kadın – erkek dendiğinde aklındakinin Rus realist romanlarındaki fedakâr ve cömert bir aşk olduğunu düşünürdüm. Cinsiyet çatışmalarından arınmış, tertemiz, ideal bir aşk’tı onun kafasındaki. İdeal olmayan bir öğe varsa da, derhal çöpe atılmalıydı. Vedat Türkali’nin Güven’inde genç komünist karakterler arasındaki ilişkilerde müstehcen gördüğü kısımları bu yüzden eleştirmişti belki de. Aşktan yoksun bir erotizm barındırıyordu, aşkı kirletiyordu ona göre. Onun aksine bence aşk tam da bu kirlilik içindeki çatışkıydı halbuki, imkânsız olandı. Fakat böyle bir tartışma açıldığında Neşe ablaya bunu açıkça söylemeye cüret edemedim elbette. Belki bir iki mırın kırın etmişimdir. Sonra da kesin kafamı sallayarak ona hak verdiğimi söylemişimdir.

Neşe ablayı en son dört sene önce, yani vefatından iki sene önce Ayvalık’taki evinde ziyaret edebildim. Oldukça uzun zamandır yüz yüze görüşememiştik. O süre zarfında benim yurtdışında olmam onun Ege’de olması sebebiyle... Aradan geçen seneler beni değiştirdi. Ama bana “değişmemişsin” dedi. Ben değiştim diye düşünüyordum. Neşe abla ise aynı Neşe ablaydı. Yine inançlı, yine yüzünden düşmeyen tebessüm, yine yanında sevgili Nusret, yine evinde bir Lenin büstü ve yine ağzından sanki hiç düşmeyen sigarası. Sesi bu yüzden iyice pesleşmişti. Bir gece kaldım evinde. Bize köfte yaptığını hatırlıyorum.

Eski evindeki karanlığa karşın bu ev Ege’nin güneşini olanca kuvvetiyle soğuruyordu. Kışın ısıtması zor olsa da seviyordu bu evi. Mesut görünüyordu. Bu kez bir de bahçesi olduğundan kedileri dışarıdaydı. Her zamankinden daha da fazla, onlarca kedi dolanıyordu bu bahçede.

Kedinin birine “Seni atacağım, defol git buradan” diye öfkeyle bağırmaya başladı. Onu ilk kez böylesine kızgın gördüm. Bağırdığı kedi henüz yeni doğurmuştu ve yavrularından biri sakattı. Annesi bu yavruya ilgi göstermiyor, ağaç dalına takıldığında ona kurtulması için yardım etmiyor, sütünü ondan esirgiyordu. Doğanın acımasız kanununa uygun olarak yavrularından sakat olanı ölüme terk etmişti. Neşe ablayı çılgına çeviren doğanın bu berbat adaletsizliğiydi.

Neşe ablaya sorsanız, eğer sokakta aç bir insan gördüğünüzde hiçbir şey hissetmiyorsanız, o zaman sosyalistliğinizin de hiçbir anlamı yahut kıymeti yoktur. Katıksız sevgi, vicdan ve adalet onun için en temel değerlerdi işte. Bu değerler olduğu gibi dış dünyada da var olmalıydı. Ona göre doğa da insan da tam tamına böyle olmalıydı. Ben bu değerleri çok önemsesem de, bunun gerçekliğe böyle olduğu gibi yansıyabileceğine, bire bir çakışabileceğine hiç inanmadım. Sadece belki yaklaşabiliriz diye umut ettim. Gerçi o umut bile seneler içinde hasarlar gördü. Ama olan bitendeki, gerçeklikteki berbat kusurlar değil miydi sanki, ışığı o pürüzlü nahoşluktan içimize sızdıran? Bize kafamızdaki ideal değerleri muştulayan... Gerçekliğin tüm berbatlığına karşın bir an için bile olsa isyan ettiren... Bizi güzel kılan. Şu son dediklerime eminim Neşe abla tüm içtenliğiyle gülümserdi.

Neşe ablanın vefatının ardından bazı sol haber siteleri onu “sosyalizmin neferi” olarak adlandırmışlar. Hayli parlak bir belirtili isim tamlaması. Bu nitelemeyi o sonuna kadar hak etse de... Ben onunla onsekizimde tanıştığımda isimlerini anmaya gerek olmayan aynı çevreler bir selamı bile çok görüyorlardı ona halbuki. Düpedüz yalnız hissediyordu bu yüzden. Fakat politik örgütler ölülere nişan vermeye alışıklardı zaten. Söz konusu bir “ölü” ise sekterlikleri bir anda tuzla buz oluyordu şanlı komünist partilerin. Önceden görmezden geldikleri ölüler anında kahramanlara dönüşüyorlardı.

Neşe abla, bildiğim kadarıyla, ölümünün ardından söz konusu sol haber sitelerinden birinin yazdığı gibi tipik bir MS hastası değildi. Onunki sanırım otuzlarından itibaren sinsice tedricen gelişen, hareket etmesini engelleyen, sonra tekerlekli sandalyeye mahkum eden nadir görülen bir beyin kusuruydu. Ablasında, annesinde daha hafif olarak; hafızam yanıltmıyorsa yoğun şekilde teyzesinde de görülen genetik bir problemdi.

Nadir görüldüğünden kârsız, araştırma için bütçeden pay ayrılmaya değer görülmeyen bir hastalık olduğunu söylemişti bana. Mesleğim icabıyla iyi bilirim. Biyomedikal araştırmalara dair “bilimsel” makaleler pek çok kez söze şöyle başlarlar: “X hastalığı ABD’de şu kadar milyon insanda görülür, ABD’ye ve dünyaya ekonomik zararı şu kadar milyon dolardır.” İşte bir makalenin yazarları onu değerlendirecek hakemlere kendilerini böyle bir girişle satarlar. Çünkü eğitim de, sağlık da, kalemler de doğaları gereği satılıktır bu alemde. “Bilim” insanları adı takılan benim de arasında bulunduğum akademik takım için bu cümleleri okumak ve yazmak hayli sıradan bir iştir. İnsan sağlığının sorgusuz sualsiz büyük şirketlerin ve devletlerin maddi çıkarlarına indirgendiği adaletsiz bir dünyanın üniversite çalışanlarından pek başka bir şey de beklenemez zaten.

Ama Neşe abla gibi eski İstanbullu, Boğaziçi Üniversitesi ekonomi mezunu, ABD’de eğitim görmüş birileri gelir bu sistemli şiddete ve kâra dayalı iktidara tüm kuvvetiyle direnir. Yüzlerinden izleri çıkmayacak birer şamar olmaya yeter onun gibi insanlardaki adalet tutkusu ve mücadele azmi... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder